ADNAN BİNYAZAR’IN KALEMİNDEN:

NÂZIM’IN ŞİİRİ

İllüstrasyon: Selçuk Demirel

İllüstrasyon: Selçuk Demirel

Toplumsal gelişmenin her aşamasında halkı aydınlatacak, ona gerçekleri bilinçle kavramanın yolunu gösterecek biri çıkmıştır. En ilkel toplumlarda bile, Goethe’nin deyimiyle, “ışığı duyanlar” vardır. Gelişme onların halklara tuttuğu ışıkla oluyor. Söyleyeni bilinmediği için “atasözü” kavramıyla adlandırdığımız, erdemli kişilerin ağzından çıkan düşünsel sözler, topluma yol göstermenin, ya da toplumda işleyiş sakatlığını vurgulamanın ilk belirtileridir. Halkın ortak ürünü sayılsa da, türkülerdeki lirik söyleyişler de gerçekte tek bir yüreğin ürünüdür. Özgürlük kavramının okumuş yazmışlar arasında tartışıldığında Namık Kemal, devlette soygun düzeninin artık iyice yüze çıktığında Tevfik Fikret, demokrasinin gizli perdesi altında kişi ve toplum haklarının insanlık dışı uygulamalarla yok edildiğinde Nâzım Hikmet, ve onlar gibi birçok şair, yazar kamunun sesi olmuştur. Fuzuli’nin Şikâyetname’sindeki kişisel coşku, onlarda toplumsal sorumluluğa dönüşmüştür.

Şairler ve yazarlar toplumun gönüllü öncüleridir. Gördüklerini gizlemeden aktarmak onların namusudur. Uygarlığın gelişim sürecinde, halklar onların başkaldırılarından güç almışlardır.

Toplumda uç veren düşüncenin yaygınlaşmasında şiir bir araç gibi görülebilir. Şiirin doğaçlama alanlarından biri olan ninni bile, düşünsel iletinin ezgiyle dile getirilmesidir. Saptanabilse de, ninni söyleyen bir ananın çevresine, kendi özüne yönelttiği eleştiriler, çocuğunun geleceğine tuttuğu aydın düşünceler gün yüzüne çıkarılsa… Ezgisiz ninni söyleyen ana yoktur. Alışılmış ninninin kalıplarını kırıp yüreğini özgürlüğe erdiren ana da… Kalıbı kırdı mı, orada alışkanlıkların yerini yaratıcılık alıyor. Ana ninnisinden yoksun çocuğun şiiri de olmuyor. Nâzım gibi bir şair yetiştirip ondan yıllarca uzak kalan halkın ağzından memesi çekilmiş, kulağındaki ninni kesilmiştir. Doğumundan yüz yıl sonra Nâzım’ın şiiri, halkının ağzında meme, kulağında ninni oluyor.

Ninnide ezgi ne ise, düşüncede de şiir odur. Düşünce ezgiyi, ezgi düşünceyi yok ettiğinde, ortada kuru bir anlatım kalır. Bu aşamada devreye şiir girmez, onun yerini başka anlatılar alır. Şairin çok, “şiir”in az olması bundandır.

Nâzım’ın şiiri, gücünü duygu-ileti(mesaj)-şiirsel ezgi arasında kurduğu dengeden alır. Sanki bu dengeyi kuran şair değil de, şiirsel iç güçtür. “Kerem Gibi”de; sözcük seçimi, sözcükleri istifleme, geleneksel anlatının çağrışımsal gücünden yararlanma, “Hava kurşun gibi ağır!!” tümcesinin çift ünlem, üç nokta ve noktayla yinelenmesi, şiirsel ezgiyi öne çıkarır. Şiirin temel iletisi olan “Ben yanmasam / sen yanmasan / biz yanmasak, / nasıl / çıkar / karanlıklar / aydınlığa…” dizesinin istifi bozulup ezgisi ortadan kaldırılırsa, ortada alışılmış söz dizilerinden başka ne kalır…

Şair, mimar gibi, planını ustaya verip bir köşeye çekilmiyor. Yapı’nın temelini atan da, harcını karan da, onu masasından perdesine döşeyen de o! Nâzım, şiirimizde bu dengeyi gözeterek duygu yüklü şiirler yazmış, yeri gelince onu duygusallık tahtından indirmeyi de bilmiştir. O ölçüde, şiiri kuru iletinin tuzağına düşmekten kurtaran da Nâzım’dır. Yoksa, “Karıma Mektup”ta; başı sızlayan, yüreği sersemleşen “kalbinin kızıl saçlı bacısı” birdenbire nasıl “bir fanila don” gerçeğiyle karşı karşıya getirilebilir! Şairin gerçeği kendi içinden kaynar. Nâzım, toplumsal sorunları kendi yaşamının odağında sindirmiştir şiirine. İçerikte ve biçimde yaptığı yeniliklerin beslendiği kaynak bu olmuştur. İlk şiirlerinde görülen Necip Fazıl, Faruk Nafiz, Mayakovski etkilerinin saman alevi gibi bir görünüp yok olması da buna bağlanabilir. Nâzım’ın yalnızca okumuş kesimce değil, işçilerce de benimsenmiş olmasının temelinde yatan da budur. Şiirinin dinamosu; yaşadıkları, toplumun sesini arayıp bulması, otoriteye gözü peklikle karşı duruşu, antidemokratik uygulamalara inançla direnişidir. Bu tutumuyla toplumda bilinçli bir direnç gücü yaratmış; bu duyguları besleyen sütü bol bir “ana” olmuştur.

Nâzım’ın, şiiriyle düşüncede ve eylemde öncü olduğunu belirtmeye gerek yok. Eskinin kalıplarını reddetmez; ama bununla da yetinmez, şiirin gerektirdiği yeni biçimler arar. Dar anlam alanlarına sıkışıp kalmış şiirimiz Nâzım’la içerik kazanmış, Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’ndan Kuvayı Milliye’ye, Memleketimden İnsan Manzaraları’na, şiire halkın yaratıcı söylemi onunla girmiştir. Nâzım’ın biçim yönünden Mayakovski’den etkilendiği ileri sürülür. Şiirde düşünsel esintilerin etkisinden söz edilebilir; ama kendini bilen hiçbir şairde belirgin olarak biçimsel öykünmelere rastlanmaz. Şair biçimlerden biçim çıkarır. Serbest ölçü (vezin) denen, sesi hiçbir zaman bir yana itmeyen bu yeni ölçüyü anlamsal içeriği yansıtacak esnekliğe kavuşturmada Nâzım’ın emekleri büyüktür. Şiirine biçim aramada etkisinde kaldığı Mayakovski’nin de klasik ölçüleri kullanan bir şair olduğunu ileri süren Nâzım, bu konudaki düşüncelerini şöyle dile getiriyor: “Evvela hiçbir şekil imkânını, tarzını inkâr etmiyorum. Şiir kafiyeli de, kafiyesiz de, bağırarak da, fısıldayarak da yazılabilir; yeter ki yazılacak şey olsun ve bu yazılacak şey en uygun şeklini, en ustaca bulmuş olsun. (…) Ben şimdi bütün şekillerden faydalanıyorum. Halk edebiyatı vezniyle de yazıyorum, kafiyeli de yazıyorum. Tersini de yapıyorum. En basit konuşma diliyle, kafiyesiz, vezinsiz de şiir yazıyorum.” Kuşkusuz, “Karayılan der ki: Harbe oturak, / Kilis yollarından kelle getirek, / nerde düşman varsa orda bitirek, / vurun ha yiğitler namus günüdür…” dörtlüğü çağdaş şiirdeki yerini bu anlayışla alıyor.

Bir şairi ulusallıktan evrenselliğe erdiren, halkının kültürel değerleri ve söylem gücüdür. Bu değerlerin başında dil gelir. Şair, kendi dilinin; söylemini o dille biçimlendirmiş halkın sesiyle kurar şiirini. Şair şairse, çok kimsenin anlamakta güçlük çekeceği sözcüklerle de, konuşma dilinin en uçtaki argosuyla da kendi şiirinin yaratıcısı olabilir. Şiir, sözcüklere karşı verilen bir savaştır. Bu savaşın sonunda sözcükler başkalaşıma uğrayarak şairin damgasını yer. Sözcüklerin biçimi, çağrışımı her şiirde değişir. Sözcük, şiirde yoksulu şah, şahı yoksul yapar. Nâzım’ın şiiri bir sözcükler senfonisidir. Halk veznini ve Divan yazını öğelerini “âzami haddinde” kullandığı Bedreddin Destanı‘ndaki sözcüklerin çağrışımı ile; halk şiirinin söylem gücüyle yazdığı Kuvayı Milliye; ya da, konuşma dilinin bütün arayışlarıyla öyküleştirdiği Memleketimden İnsan Manzaraları’nda kullandığı sözcüklerin anlamsal çağrışımları birbirinden farklı­dır. Nâzım, şiirinde, çağların işlemez kıldığı sözcükleri donmuş anlam kalıplarından kurtarmış, onlara toplumun duygu ve dü­şünce damarlarıyla algılayabileceği geniş anlam alanları yarat­mıştır. Nâzım, kentlinin ya da köylünün şiirini yazmamış, bir toprakta var olan bütün insanların gerçeğini kavrayarak onlara evrenselliğin yollarını açmıştır.

Şair biçim aktarıcısı değil, biçim kurucudur. Örneğin koca bir Divan yazını belli kalıplar içinde dönense de, şiirimiz Baki gibi, Fuzuli gibi, Nedim gibi, Yahya Kemal Beyatlı gibi, şiirselliği biçimi aşan şairler yetiştirmiştir. Kendilerini nice kurallar­la sıkıştırmış olsalar da, hiçbirinin şiiri aynı sesi vermez. Nâzım’ın öncülüğü, yazınımızın geçirdiği bütün deneyimleri şiirine sindirip, kendi anlam alanını belirlemesine ve yüzyıllık kalıpları aşarak kendi biçimini kurmasına bağlanabilir. Halk yazınından Divan yazınına, destanlara, söylencelere, halk hikâyele­rine; Nâzım’da bütün şiir serüvenimizin izi, sesi, anlam inceli­ği vardır.

Nâzım, şiirinin anlam alanlarını şu görüşüyle çiziyor: “Sevdadan da, barıştan da, inkılaptan da, hayattan da, ölümden de, sevinçten de, kederden de, umuttan da, umutsuzluktan da söz açıyorum; insana has olan her şey şiirime de has olsun isti­yorum. İstiyorum ki, okuyucum bende, yahut bizde, bütün duygularının ifadesini bulsun. (…) Ben hem yalnız kendimden bahseden şiirler yazmak istiyorum, hem bir tek insana, hem milyonlara seslenen şiirler. Hem bir tek elmadan, hem sürülen topraktan, hem zindandan dönen insanın ruhundan, hem kitle­lerin daha güzel günler için savaşından, hem bir tek insanın sevda kederlerinden bahseden şiirler yazmak istiyorum; hem ölüm korkusundan, hem ölümden korkmamaktan bahseden şi­irler yazmak istiyorum.”

Nâzım, şiirlerini bu yolda yazıp dilinin aydınlığını çağımı­zın onurlu insanının yüreğine işlediği içindir ki, öldüğünde, Neruda’ya ölüm denen o sonsuz ayrılığın acısını yaşatarak, “Ni­çin öldün Nâzım? / Ne yaparız şimdi biz / şarkılarından yok­sun?” dedirtmiştir. Doğumunun 100. yılında halkımız, yıllardır yoksun kaldığı bu “şarkılar”a kavuşmanın sevincini yaşıyor.

Adnan Binyazar, Edebiyatın Dar Yolu, Can Yayınları