BEHÇET ÇELİK’İN KALEMİNDEN:

NÂZIM HİKMET’İN HİKÂYELEŞTİRDİKLERİ

Nâzım, Nizamettin Nazif, Sare teyze, Vâ-Nû ve Samiye, Heybeliada, 1929

Şairdir, komünisttir, Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim, demiştir bu isimli romanında, bunlar bilinir de, Nâzım Hikmet’in hikâye yazdığı pek bilinmez. Oysa Türkçenin bu büyük şairi yüzden fazla hikâye kaleme almış. Bu hikâyelerin yeni baskısı Hikâyeler adıyla yayımlandı[1]. (Şairin yazdığı masalların, Masallar, çevirdiği hikâyelerin de Çeviri Hikâyeler başlıklı ciltlerde bir araya getirildiğini de belirtelim.) Bu hikâyelerin büyük bir kısmı 1931 senesinde Yeni Gün gazetesinde “Ben” müstearıyla yayımlanmış. Kimi ay ona yakın hikâye yayımlamış Nâzım Hikmet. Yazarının kendi adıyla yayımlamadığı, bu sıklıkta yazılmış ve yayınlanmış hikâyelerden yola çıkarak “Nâzım Hikmet’in Hikâyeciliği” gibi iddialı bir izleğin peşinden gitmek haksızlık olur. Yine de bu hikâyelere yakından baktığımızda Nâzım Hikmet, hikâye ve 1930’lar Türkiye’si gibi konularda ipuçları bulabiliriz.

Nâzım Hikmet’in hikâyelerindeki konular oldukça çeşitli. Hikâyenin konusu İstanbul’un gündelik hayatından alınmış bir diyalog olabildiği gibi, dünyanın gizemli bir köşesinde yaşanmış olağanüstü olaylar da olabiliyor. Yine de içinde yaşadığı toplumdan yüzleri ve “enstantane”leri, biraz da alaycı bir biçimde kaleme aldığını söyleyebiliriz Nâzım Hikmet’in. Hikâyelerin yazıldığı yıllar düşünüldüğünde bu alaycı üslup kaçınılmaz aslında. Cumhuriyet’in ilanından sonra yaşanan toplumsal dönüşümün yarattığı tuhaflıklar, gülünçlükler o dönemin pek çok yazarı tarafından ele alınmıştır. Geçiş dönemlerine özgü, bir ayağı eskide, bir ayağı yenide insanların kafa karışıklıkları, hal, tavır, giyim, alışkanlık karışıklıkları…

“Arpacığa Dair!..” adlı hikâyeyi, o günleri açık seçik ortaya koyan hikâyelerden birisi olarak görebiliriz. Bir gözünde arpacık çıkan hikâye anlatıcısı bir yakınının önerisiyle başına çamaşır sepeti geçirip, “Çıkacaksan bu kadar çık!…” diyerek zikretmeye başlar. “Fi zamanında, serde biraz da dervişlik olduğundan…” coşup kendisinden geçer. Ne var ki onu bu halde gören komşusu polise ihbar eder ve karakolluk olur. Bir başka örnek olarak da, “Domuz Avı” adlı hikâyeyi verebiliriz. “Şuurlu bir Cumhuriyet vatandaşı”, “milli iktisada hizmet” ve para kazanmak gibi ulvi amaçlarla domuz avcılığına başlar ve “Milli Domuz İstihsal ve İstihlâk Anonim Şirketi”ni kurar, ama zarar etmekten kurtulamaz. Düzenlenen balolarla dalga geçilen, “Balo Davetiyelerine Dair…” başlıklı hikâyeyle, “Malatya’da Operet” adlı hikâyeyi de bu tarz hikâyeler arasında sayabiliriz.

Kadın erkek ilişkilerindeki gülünçlükleri anlatan hikâyeleri de az değil Nâzım Hikmet’in. Kadınla erkek ilişkilerindeki gülünçlüğün nedeni de, çoğu kez hem “eski”nin hem de “yeni”nin kural, kurum, davranış ve alışkanlıklarının birlikte yaşıyor olmasıdır. “Nişanlanmaya Dair” adlı hikâyede, hikâyenin kahramanı yalnızca ensesinden görüp vurulduğu kadınla nişanlanmaya kalkar, ama onun yüzünü tam olarak seçememiştir nişanlısının… Hikâyenin sonunda, konuyu başka bir yere bağlar yazar:

Hani bütün bu anlattıklarımdan, umumiyetle, demek istediğim şudur ki, bu asırda nişanlanma işleri, muhalefet işleri gibi karmakarışık oldu, iki gözüm.

Kadın erkek ilişkileri, aşk, sadakat gibi konuları ele alan hikâyelerde Nâzım Hikmet’in çoğunlukla aşkın maddiyatla ilişkilendirildiği, “şeyleşmiş” çağdaş evliliklerin, üstü örtülen bu yanını açığa çıkartmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Bazı hikâyelerde, kadınların maddiyat düşkünlüğüne ya da sadakatsizliklerine yaptığı vurguda kantarın topuzunun kadınların aleyhine kaçtığını da itiraf etmek gerek. Altın oltaya takılan nedense dişi balıktır, erkek balık değildir!

Hikâyeler’de yer alan metinlere yayınlandıkları yayın ya da yazarın seçtiği müstearın farklılığı bağlamından baktığımızda bir nitelik farkı da görebiliriz. Kitaptaki hikâyelerin büyük bir bölümünün Yeni Gün’de “Ben” müstearıyla yayımlandığından söz etmiştim; Resimli Ay ya da Tan’da yayımlanan Orhan Selim ya da O.S. müstearlı hikâyelerde Nâzım Hikmet’in başka bir şeyin peşinde olduğunu görebiliyoruz. Resimli Ay’da yayımlanan, “Kendi Hünumla Yazdım Hükm-i İdamımı” başlıklı hikâyede örneğin, toplumun gerçekçi bir çiziminin yanında, sosyalist-gerçekçi bir edebiyat yaratma kaygısını da sezmek mümkün.

Çelik çubuklardan, kıvrım kıvrım yongalar çıkaran torna tezgâhları şarkı söylüyor… Bu kıvrak, afilli, çelik gibi bir şarkıdır. Biterim ben, kıvrım kıvrım çelik yongaları çıkaran, torna tezgâhlarının şarkısına…

Aynı hikâyede “köylülüğün proleterizasyonu” gibi bir sorunsalın, öykünün iki kahramanının diyaloğu içerisinde, adı verilerek hikâyeleştirilmiş olduğunu da belirtelim. 1930’da Resimli Ay’da, 1935’te de Tan’da yayımlanan, “Bir Çin Hikâyesi” adlı hikâyede de, sömürge ülkelerde insanların din misyonerleri tarafından nasıl kandırılıp da gizli servislerin hizmetine girdikleri anlatılır. “Prens Benhur” adlı hikâyede de, aynı isimli filmi kendi bakış açısıyla anlatır Nâzım Hikmet. “Prens Benhur”daki yaklaşımının benzer örneklerini, Masallar[2] cildinde yer alan “Öbür Masallar” başlıklı bölümde de görürüz. Bu bölümde, halk arasında çok iyi bilinen masalların nasıl okunması gerektiğini izah eder Nâzım Hikmet. Karıncayı sevmez, hiç yardımsever değildir, Ağustosböceğine yardım etmez; inatçı keçilerdeyse inançlarını sonuna kadar savundukları için bir erdem görür…

Nâzım Hikmet, hikâyelerinin çoğunda, anlatmak istediği olayı anlatmakla yetinir. Fazla söze, süse gerek duymaz; olayın ilginçliği, şaşırtıcılığı, gülünçlüğü yeterlidir. Bununla birlikte, bir fıkra yazarının kuru anlatımını aşan bir üslupta kaleme alınmıştır bu hikâyeler. Olayı vapurda rastladığımız bir ahbabımızın ağzından dinler gibi oluruz okurken. Bu yalınlığın da ayrı bir tadı yok mu?

Eh, kardeşim, biz kuş değiliz ki, ağaç dallarında yuva kurup yaşayalım. Havalarda uçalım. Her beniâdem gibi, biz de karada yaşamaya, sokakta dolaşmaya, mahallede oturmaya mecburuz. Ne yapalım, taksiratımız böyle. Alnımızın kara yazısı, bize kanat vereceği yerde, ayak vermiş.

Gündelik dille yazılmış, önemsiz gibi görünen, ama içerisinde büyük çelişkiler barındıran olayların anlatıldığı hikâyelerinin bazısının başına “Zoşçenko üslubuyla” yazmış Nâzım Hikmet; ama kitaptaki bazı hikâyelerde Çehov etkisini görmek de mümkün. Nitekim Çeviri Hikâyeler[3] başlıklı ciltteki hikâyelerin çoğu Zoşçenko’dan çevrilmiş, aralarında bir tane de Çehov hikâyesi var.

Hikâyeler’deki hikâyelerden biri, “Bedreddin’in Ölüsü” oldukça tanıdık Nâzım Hikmet okurları için. Bu hikâyenin bir bölümü, şairin Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’nın sonunda da bulunur, hatta Destan’ın “sonsöz”üdür bu bölüm. 1935’te Resimli Her Şey’de yayımlanan biçimi alınmış Hikâyeler’e. Destan’da “Ahmed’in Hikâyesi” adıyla yer alan bu bölüm, şairin cezaevi arkadaşı Ahmed’in anlattığı bir hikâyedir. Bu hikâyeden önce, Destan’da, şairin yaşadığı “ruhsal” deneyim, yolculuk üzerine Ahmed’le konuştuklarının anlatıldığı, “Tornacı Şefik’in Gömleği” başlıklı bir bölüm daha bulunuyor. Resimli Her Şey’de yayınlanan biçimdeyse, Ahmed’in hikâyesinden önce Şeyh Bedreddin’in asılışını anlatan bir bölüm var. Destan’dan kimi dizeler, bu bölümde cümle olarak yer alıyor.

Gece…

Yağmur çiseliyor…

Simavne Kadısı Oğlu Bedreddin’in çırılçıplak ölüsü, kepenkleri inik, yüzlerini elleriyle kapatmış analar gibi dilsiz Edirne esnaf çarşısında, yapraksız bir ağacın dalında sallanıyordu.

Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’nı 1936’da yayımlarken Nâzım Hikmet, bir sene önce yayımladığı hikâyede küçük bir değişiklik de yapmış, iki sözcük eklemiş.

Destan’da Ahmed’e Bedreddin’in hikâyesini dedesiyle gittikleri bir Rumeli köyünde, bakır sakallı bir adam anlatır. Anlatıcı, “çırılçıplak asılan çırılçıplak gelecek gene…” demektedir. Dedesi, bunun Mesih’in yeniden geliş hikâyesine benzetip bu ifadenin bir inanç olduğunu söylediğinde, bakır sakallı adam bu yeniden gelmenin nasıl bir şey olacağını açıklar:

Bedreddin’in ölüsü etsiz, kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek… Biz, Bedreddin kuluyuz, ahrete, kıyamete inanmayız ki, dağılan, fena bulan bedenin yine bir araya toplanıp dirileceğine inanalım… Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan gelecektir diyoruz…. (italik vurgu eklenmiştir)

Hikâyenin ilk versiyonunda, “bizim aramızdan” sözcükleri bulunmuyor. Bu iki sözcüğü ekleyerek Nâzım Hikmet’in, Bedreddin’in sözünün, soluğunun, (düşüncesinin) yukarıdan değil, ancak insanların emekleriyle gerçekleşeceğine önemli bir vurgu yapmayı istediğini düşünmek çok mu abartılı olur?

 

[1] Nâzım Hikmet, Hikâyeler, YKY, 2002

[2] Nâzım Hikmet, Masallar, YKY, 2002

[3] Nazım Hikmet, Çeviri Hikâyeler, YKY, 2002.

[Virgül’ün Ocak 2003 tarihli 58. Sayısında ve yazarın Ateşe Atılmış Bir Çiçek/ Yazarlar, Kitaplar, Okuma Notları, (Can Yayınları, 2012 ) adlı deneme kitabında yayınlanmıştır.]

Yazan: Behçet Çelik