SEMPOZYUMUN ARDINDAN:

VAKITLARI YAKALAYABİLİR MİSİN NÂZIM?

Çağımızın en değerli şairlerinden biri olan Nâzım Hikmet’in anısını sürdürmek, hayatı ve çalışmalarına ilişkin bir arşiv oluşturabilmek ve şairin edebiyat, sanat ve kültür politikalarına yaptığı katkıları çok boyutlu bir biçimde değerlendirebilmek amacıyla kurulan Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi, birinci yaşını disiplinlerarası bir sempozyum ile kutladı.

14-15 Aralık tarihlerinde gerçekleşerek yerli ve yabancı 11 farklı üniversiteden 21 konuşmacı ile 6 şairi bir araya getiren “Vakıtları Yakalamak İstiyorum”: Dünden Yarına Nâzım Hikmet Sempozyumu, Nâzım Hikmet’in Türkçe edebiyatta ve Dünya edebiyatındaki konumunu, içinde bulunduğu tarihsel, sosyal ve siyasi koşulları nasıl sanatsal birer malzemeye dönüştürdüğünü ve felsefe, sinema gibi farklı disiplinlerle olan ilişkisini tartışmaya açtı.

Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Çeviribilim Bölümü ve Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi tarafından ortaklaşa düzenlenen sempozyumun ilk gününde “Socialism and/or Humanism: The Ideological Reception of Nâzım Hikmet’s Poetry” ve “A Poet of World Literature: Nâzım Hikmet’s Poetry in Crosscultural Contexts” başlıklı iki İngilizce oturum gerçekleşti. Bu oturumları merkez müdürü Murat Gülsoy’un açılış konuşması, Türkiye ve dünyada Hikmet üzerine yazılmış en saygın çalışmalardan biri kabul edilen Romantik Komünist kitabının yazarları Saime Göksu ve Edward Timms’in verdiği video konferans ve “İnsan Manzaralarından Memleketim” oyunu takip etti.

1. OTURUM

İlk gün düzenlenen birinci oturumun odak noktası, Nâzım Hikmet’in yaşadığı dönemin tarihsel ve siyasal iklimiyle olan ilişkisi, sosyalizm bağlamındaki konumu ve etkileriydi. Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nden Duygu Köksal’ın moderatörlüğünde gerçekleşen oturumun ilk konuşmacısı olan Yale Üniversitesi’nden Katerina Clark “Nâzım Hikmet and the International Ecumene of Leftists in 1920s” başlıklı konuşmasında Hikmet’in ilki 1922-1924, ikincisiyse 1927-1928 arasında gerçekleşen Moskova seyahatlerini konu edindi. Clark, ilk Moskova yolculuğunun nedeni olan ve Nâzım’ın Vâlâ Nureddin ile birlikte yazıldığı Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi (KUTV) ile orada tanıştığı, şimdi üçüncü dünya ülkeleri olarak adlandırılan ülkelerden gelen kişilerin, anti-koloniyal söylemin ve Marksist çizginin şairin yazınsal ve siyasal duruşunun şekillenmesinde oynadığı rolün altını çizdi.

İkinci konuşmacı olan California Santa Cruz Üniversitesi’nden Kenan Sharpe ise “Between the Real and the Romantic: The Significance of Nâzım Hikmet for Socialist Poets of the Turkish 1960s” başlıklı konuşmasıyla 60 kuşağı şairlerinin Nâzım Hikmet’i nasıl alımladığını sorguladı. Tek bir Nâzım imgesinin olamayacağından da bahseden Sharpe, Hikmet’in halk edebiyatı, sosyalist gerçekçilik, fütürizm, Divan edebiyatı gibi beslendiği kaynakların çeşitliliğine vurgu yaparak Nâzım’ın, Salı günkü sunumlardan yola çıkarak 1950’lerin ortasından önceki düşüncelerini daha fazla yansıttığını iddia edebileceğimiz, “İletilmek istenen mesaj komünist olduğu sürece bırakın yüzlerce biçim kullanılsın” cümlesini hatırlattı.

Oturumun son konuşmacısı Yeditepe Üniversitesi’nden Aslı Takanay idi. Takanay “A ‘New Face’ for Nâzım Hikmet in the Late Soviet Context? Discussions on Nâzım Hikmet’s Kak Prekrasno Mechtat’ o Tebe (How Lovely It is to Remember You)” başlıklı, Sovyet Rusya’da Nâzım algısına odaklandığı sunumunda ilk olarak 1871’de Osmanlıcadan Rusçaya çeviriler başlamış olsa da bu faaliyetin ilerleyen yıllarda artığından söz etti ve Stalin sonrası ve Sovyetler Birliği döneminde Rusçaya en çok çevrilen şairin Nâzım Hikmet olduğunu belirtti. Bu dönemde Nâzım’dan bahseden metinlerde –önsözler ya da giriş yazıları gibi- şairin faşizm ve eşitsizliğe karşı mücadelesinin, barışçı ve özgürlükçü tutumunun, ülkesine olan sevgisinin, Sovyetlerin onu bir ‘kardeş’ olarak gördüğünün ve Mayakovski ile olan dostluğunun vurgulandığını, Türkiye’nin ise Nâzım’ın hapis yılları ve sansürlenmesi nedeniyle eleştirildiğini söyledi.

Boğaziçi Üniversitesi Çeviribilim bölümünden Jonathan Ross’un moderatörlüğünde gerçekleşen ikinci oturumdaki sunumlar, şairin kültürlerarası bağlamdaki yeri, İngilizce yazında ortaya çıkışı, doğa ve insanla olan ilişkisi üzerineydi. Princeton Üniversitesi’nden Jill Stockwell, “Encyclopedias of Famous Men: Allusive Memories of Nâzım Hikmet in Tutunamayanlar and Beyaz Kale başlıklı konuşmasında, zaman kısıtlaması nedeniyle sunumunun Beyaz Kale odaklı kısmını geçerek, Nâzım Hikmet’in daha sonra “Memleketimden İnsan Manzaraları”nın da temelini oluşturacak “Meşhur Adamlar Ansiklopedisi” ile Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanında yer alan “Tutunamayanlar Ansiklopedisi”ni birlikte değerlendirdi. İki ismin de ulusal normlar ve hegemonyayı kırmak üzere hareket ettiğini belirten Stockwell, iki ansiklopedi arasındaki benzerlikleri ortaya koyarak Tutunamayanlar’da Turgut nasıl Selim’in görevini üstlenmişse Atay’ın da Nâzım’ın görevini öyle üstlendiğini belirtti. Nâzım’ı bir eş yazar, bir eşlikçi olarak çağıran Atay’ın tamamlanmamış metni bir rehber olarak kullanarak tıpkı Hikmet gibi sıradan insanın temsilini sunduğunu sözlerine ekledi.

İstanbul Üniversitesi’nden Başak Ergil “Walking through the paratexts of Nâzım Hikmet’s poetry in English translation: An odyssey across time and space” başlıklı konuşmasında Nâzım Hkmet’in İngilizcede ilk karşımıza çıkışının komünist bir yayın olan The Bookman (1932) dergisinde gerçekleştiğini söyledi. Şair burada Türkiye’nin komünist şairi olarak sunulmuştu. Hakkında yazılan ilk İngilizce yazı da şairin büyük bir hayranı olan, günün ilerleyen saatlerinde Edward Timms’ten Nâzım’la da tanışma imkânı bulduğunu öğreneceğimiz, Nermin Muvaffak’a aitti. Çalışmasında Genette’in “paratext” kavramını da kullanan Ergil, ayrıca yabancı dilde basılan kitap kapaklarından hareketle şairin imajının nasıl inşa edildiğini de tartışmaya açtı.

Oturumun son konuşmacısı “Nature’s Place in Political Romanticism: Selected Poems by Nâzım Hikmet” başlıklı sunumuyla Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümünden Kim Fortuny oldu. Doğanın insan gücünün kaynağı gibi romantik bir tutumla ya da daha siyasi bir bağlamda değerlendirilebileceğini söyleyerek konuşmasını açan akademisyen, Nâzım Hikmet’in çeşitli şiirlerine başvurarak onun doğaya yaklaşımını sunumunun merkezine aldı. Şairin manzarada eriyen ve özgürlük ilhamı veren tarihi-mitik figürlerine ve insanlık hâlinin alegorisini sunan şiirlerine yer veren Fortuny. “Ceviz Ağacı” şiirindeki doğayla özdeşleşme ve çoğul demokrasiyi işaret ederek Gezi sürecini hatırlattı ve hayatın bazen de sanatı taklit ettiğini söyleyerek sözlerini noktaladı.

AÇILIŞ PROGRAMI

Açılış konuşmasını yapan Murat Gülsoy, kısaca merkezin bir yılına değindi ve gerçekleşen sempozyum ile merkezin yola çıkış misyonunun çok önemli bir aşamasını gerçekleştirdiğini sözlerine ekledi. Uzun bir dönem yasaklı olan Nâzım Hikmet üzerine yeterli akademik çalışmanın yapılamadığının altını çizen Gülsoy, merkezin kuruluş amaçlarından birinin tam da bu eksikliği giderecek bir altyapı oluşturmak ve bunu disiplinlerarası bir yaklaşımla gerçekleştirmek olduğunu söyledi ve merkezin kuruluşunda ve faaliyetlerinde emeği geçen herkese teşekkür ederek sözlerini noktaladı.

Saime Göksu ve Edward Timms çifti sağlık sorunları nedeniyle sempozyumda fiilen bulunamamış olsalar da hazırladıkları video konferansla Nâzım’ı daha iyi anlamamızı sağlayacak son derece değerli bilgiler sundular. Romantik Komünist kitabının ortaya çıkış serüvenini anlatan ikili, Türkiye’nin en büyük modern şairinin politik bağları ile maceracı kişisel bir hayatı nasıl harmanladığını İngilizce yazında göstermek için yola çıktıklarını belirttiler. Politik mücadelesine odaklanmak için komünist, şiirinde söz bulan yoğun kişisel duyguları ifade etmek için romantik sözcüklerini seçtiklerini belirten Timms, bu iki sıfatın nasıl birleştiğine, fikirler ve hislerin nasıl ikna edici ve yaratıcı bir ruhla meydana getirildiğine odaklandıklarını söyledi.

Saime Göksu sayesinde Nâzım’la tanıştığını belirten Edward Timms, daha sonra Cambridge Üniversitesi’nde açtığı Edebiyat ve Siyaset konulu, modernist ve sol görüşlü pek çok sanatçıya yer veren dersinden ve bu dersin gördüğü yoğun ilgiyle nasıl kitaplaştırıldığından söz etti. Avrupa avangardı üzerine olan, Visions and Blueprints isimli bu kitabın hazırlık sürecinde Saime Göksu’nun ısrarıyla Nâzım Hikmet de Aragon, Breton, Benjamin ve Mayakovski gibi isimlerin arasında yer aldı (1988). Kitapta Nâzımla ilgili yer alan metin Göksu-Timms çiftine ait “Nâzım Hikmet: Kemalist Türkiye’de Şiir ve Siyaset” başlıklı makaleydi. Romantik Komünist’in tohumları da bu kitapla atılmış oldu çünkü makaleyi okuyan sosyalist edebiyat uzmanı bir yayıncı, Göksu ve Timms’e eğer kaleme almayı kabul ederlerse Nâzım Hikmet’in bütünlüklü bir biyografisini yayımlamayı teklif etti. O sırada Nâzım’ın Türkiye’de yayımlanması hâlen bir problem teşkil ediyor olsa da örneğin, Komünist Bulgaristan’da Türkçe bilen bir yayıncı, 1960’larda Nâzım’ın tüm eserlerini sekiz cilt hâlinde basmıştı. Göksu’ya göre bu ciltler çalışmalarındaki en değerli varlıklarından biri oldu. Zira Ekber Babayev’in hazırladığı bu kitap, şiirlerin yazılış tarihini içeriyor ve Nâzım’ın yazınındaki eğilimleri anlaşılır kılacak kronolojik bir takibi sağlıyordu.

Kitabı meydana getiren iki kaynak ise, arşiv kayıtları ve sözlü tarih çalışmasıydı. Göksu bu süreçte Moskova, Amsterdam, Budapeşte, TBMM ve Çatalca’daki Aziz Nesin arşivlerinden faydalandıklarını söyledi. Göksu bu arşivlerin hepsini şahsen ziyaret ederek araştırma yapmış ve İngilizce notlar alarak bunları anlatının yapısını oluşturacak Timms’e aktarmıştı. Timms, ressam İbrahim Balaban ile tanıştıklarında Nâzım’ın yalnız çalışmadığını ve çevresinde her zaman birileriyle çevrili olduğunu öğrendiklerini ve bu yüzden sözlü tarih çalışması yapmanın önemini anladıklarını söyledi. Timms’e göre Nâzım’la ilişkisi olan birçok ismin o dönemde hayatta olması kendileri için bir avantajdı. İkili, Vâla Nurettin, Abidin ve Güzin Dino, Nermin Menemencioğlu, Ekber Babayev, Asım Bezirci, Kemal Sülker, Zekeriya Sertel, Yıldız Sertel, Vera ve ailesi, Mehmet Fuat gibi Nâzım’ın hayatına dâhil olmuş pek çok isimle görüşme imkânı elde etti. Onlarla olan konuşmaları, arşiv kayıtları, Nâzım’ın kendi yazdıkları, televizyon ve radyo programları, mektuplar gibi kaynaklarla birleştiğinde ortaya paha biçilemez nitelikte bir Nâzım biyografisi çıkmış oldu.

Göksu ve Timms süreçle ilgili çok sayıda anekdotu da paylaşmayı ihmal etmedikleri konuşmalarında Atatürk’ün Nâzım için kurduğu “Türkçe dilinde hiç kimse bu kadar güçlü bir şiir yazmadı” cümlesinin yer aldığı Fransızca düşülmüş gizli TKP raporundan, Che Guevera’nın Nâzım sevgisinden ve düzeltme için ilgili kişilere gönderdikleri taslaklara bir araştırmacı titizliğiyle notlar düşen Mehmet Fuat’tan da bahsettiler. Timms konuşmalarını araştırmayı bekleyen iki konuyu gündeme getirerek ve bu sayede de salondaki pek çok akademisyeni heyecanlandırarak noktaladı. Bunlardan ilki oldukça iyi bir mektup yazarı olan Nâzım’ın 1951-1961 yılları arasında oğlunun da annesi olan Münevver Andaç’la olan mektuplaşmalarıydı. Bu mektuplardan Nâzım tarafından yazılanların oğulları Mehmet’te olduğunu düşündüklerini fakat çalışmaları süresince onlardan yararlanamadıklarını söyleyen Timms, Münevver’in yazdığı sekiz yüzün üzerinde mektubun da Moskova arşivlerinde araştırılmayı beklediğini söyledi. İkinci ve son olarak da Sovyet arşivlerini işaret eden Timms, Nâzım üzerine yayınlanmamış ve yine araştırılmayı bekleyen çok sayıda kaynak olduğunu ifade ederek sözlerini bitirdi.

Sempozyumun ilk gününün kapanışı “İnsan Manzaralarından Memleketim” oyunuyla gerçekleşti. Nâzım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’nı yaratma sürecini konu alan, Zeynep Uysal ve Murat Gülsoy’un şairin Piraye ve Kemal Tahir’e yazdığı mektuplardan derlediği metin, Cüneyt Yalaz tarafından sahneye konuldu, Ayşe Selen ve Cüneyt Yalaz tarafından canlandırıldı.

Sempozyumun Nâzım’ın eserlerine çeşitli yakın okumaların da yapıldığı ikinci gününde, “Sahneden Resme: Nâzım Hikmet’in Görsel Dünyası”, “Felsefeyle Sanat Arasında: Şiirin Ardındaki Dünya”, “Şiirle Düşünmek: Sesler ve Söylemler”, “Nâzım Hikmet’in İzleri: Şiirde Modernizm, Estetik ve Siyaset” isimli dört oturum ve “Şairlerin Bakışı: Nâzım Hikmet ve Türkçe Şiirin Serüveni” paneliyle şairin farklı disiplinlerden bakışlarla şiirine aktardıkları, kurduğu görsel ve estetik dünya, Modernist edebiyata katkıları ve günümüz şiiriyle olan bağı tartışmaya açıldı.

1. OTURUM

Boğaziçi Üniversitesi Tarih bölümünden Ahmet Ersoy’un moderatörlüğünde gerçekleşen ilk oturumda Nâzım’ın kaleminin kamerası olduğunu belirten Beykent Üniversitesi’nden Oğuz Makal, Nâzım’ın Sinemadaki Serüveni ya da Kalem Kameralı Dünyası” başlıklı konuşmasında şairin tüm şiirlerinde görülen sinematografik bakış açısından dem vurarak onun şiirinin zincirleme kurgu gibi sinemadan edindiği olanakları ortaya koydu. “Saman Sarısı”nda Hiroşima Sevgilim filminde de görülen Proust’un yitik zaman arayışının izlerine değindi. Nâzım’ın takma isimle yazdığı ya da katkı sağladığı sayısız film ve müzikalden bahseden Makal, Muhsin Ertuğrul’un Sovyetler Birliği’ne gidişini de ayarlayan kişinin Nâzım Hikmet olduğunu sözlerine ekledi. Makal’ın konuşması sırasında düştüğü en ilginç not, şairin yazıp yönettiği fakat bugün kayıp olan ve “mütareke döneminde belleğini yitiren bir delikanlının 17 yıl boyunca kendini hep o çağlarda yaşıyor zannedip, geçirdiği ameliyatla iyileşmesi ve kendisini Cumhuriyet Türkiye’sinde bulmasını” anlatan, sunumda ismi geçmese de sonradan Makal’ın Beyazperde ve Sahnede Nazım Hikmet kitabından ismini öğrendiğimiz, Güneşe Doğru filminin varlığıydı.

Oturumun ikinci konuşmacısı olan Boğaziçi Üniversitesi’nden Veysel Öztürk, şairin 1950’lerin ikinci yarısından itibaren kazandığı lirik ve dingin sesi tartıştığı Gerçekçi Şiire Duygusal Öz: Nâzım Hikmet’in Son Şiirlerinde Lirizm ve Melankoli” başlıklı konuşmasında, Nâzım Hikmet’in ideolojik kimliğinin ön plana çıkarıldığı şair portrelerinde göz ardı edilen kırılma ve dönüşümden söz açtı. Şairin 1955 sonrası lirik şiir yayımlamaya başladığını fakat bu şiirlerde 1959’a kadar yapısal olarak kesilmelere rastlanmadığını belirten Öztürk, lirizmi benimseyen sesle ideolojik çağrışımların azalıp birçok şiirden dışlandığını, monolog havasının arttığını, coşkunluğun dinginliğe dönüştüğünü, bir anlamda komünal ben’den lirik ben’e geçildiğini belirtti. Öztürk’e göre şairin lirizme yönelişinde 1920’lerde iç içe olduğu avangardın lirizmi öteleyen tutumundan uzak kalışı ve 1938’le başlayan hapishane hayatı etkili olmuştu. Örneğin şair, daha önce ne zaman muhtevayı tartışma konusu yapmak istese şairaneliği eleştirerek onu gerçeği temsil etmekte temel engel olarak görürken lirik döneme girdiğinde ay ışığı gibi yapmacık, burjuva bulduğu unsurları da sevdiğini kabul etmişti.

Oturumun son konuşmacısı olan Boğaziçi Üniversitesi’nden Murat Gülsoy da, Jokond ile Si-Ya-U’nun Geçmişten Geleceğe Uzanan Macerası” başlıklı konuşmasında şairin poetikasının kapısını açacak önemli bir anahtar olarak gördüğü Jokond ile Si-Ya-U çalışmasını ele aldı. Gülsoy’a göre Si-Ya-U’nun Mona Lisa’ya (Jokond) bakışında sömürülenin sömürenin sanatı, kültürü karşısında hayal kırıklığına uğraması ve şaşırmasını görmekteyizdir, ki bu bir anlamda Nâzım’ın Batı kültürüyle olan etkileşimini de imler. Bu eserde farklı anlatım teknikleri ve yine sinemanın sunduğuna benzer bir görsellikten yararlanan şair, Çinli Si-Ya,U’ya aşık Mona Lisa ile kökleşmiş pek çok ilişkiyi de tersine çevirmiştir. Gülsoy’un ifadesiyle Mona Lisa, “Beni Çinli yapsaydın Leonardo usta” derken kimlik tersine çevrilir örneğin. Sevdiğinin peşinden gitmek, ona dönüşmek ister Mona Lisa; Batı Doğu’ya özenir. Mona Lisa’nın androjen kimliği üzerinden ezen-ezilen, eril-dişil rolleri yer değiştirir. Nâzım’ın annesi Celile hanımla olan ilişkisine ve ona duyduğu aşka da değinen Gülsoy bu ilişkinin eserin kaynaklarından biri olduğundan söz açıp Kürk Mantolu Madonna’da Jokond ile Si-Ya-U’nun etkisine değinerek sözlerini noktaladı.

2. OTURUM

Moderatörlüğünü Boğaziçi Üniversitei Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümünden Aylin Alkaç’ın yaptığı ikinci oturumda Nâzım’ın felsefeyle ilişkisi ve diğer edebi kişilerle ilişkileri değerlendirildi. Yeditepe Üniversitesi’nden Nilay Özer “Nâzım Hikmet ve Felsefe: Berkeley, Descartes, Spinoza Ekseninde Nâzım Hikmet’te İmaj” başlıklı, Nâzım’ın şiir anlayışının Spinoza, Berkley, Descartes gibi felsefecilerle olan diyaloğunu odağa aldığı konuşmasında, şairin 1921’de Sovyetler Birliği yolculuğuyla kazandığı fütürist, konstrüktivist eğilimlerle imajlarının değiştiğini söyledi. Özer, şairin 835 Satır’daki bir şiirinde neden Berkley’i konu edindiği sorusunu ortaya atarak bunda onun materyalizmi ele alışının etkisi olduğunu sözlerine ekledi. Özer, şairin maddi dünyayı ve gerçekliği kavramanın yolu olarak duyuları savunduğunu belirterek Memleketimden İnsan Manzaraları’na Spinozacı bir okuma önerdi.

Özer sonrasında sözü alan, Harvard Üniversitesi’nden Güven Güzeldere, “Maddeci Maneviyat, Tanrıtanımaz Ruhaniyet: Nâzım Hikmet Şiirinde Kozmopoesis ve İdeolojinin Metafiziği Üzerine Notlar” başlıklı sunumuna birer oksimoron olarak görülebilecek ‘tanrıtanımaz ruhaniyet’ ve ‘maddeci maneviyat’ kavramlarını gündeme getirerek başladı. Nâzım’ın şiirinin bütüncül olarak bu çelişkili görünen kavramları nasıl felsefi bir temele oturttuğunu tartışan Güzeldere, Nâzım’ın şiir dünyasının ‘bir evren yaratma çabası’ anlamındaki kozmopoesis üzerinden okunabileceği düşüncesini ortaya koydu. Şairin Kemal Tahir’e yazdığı bir mektupta Memleketimden İnsan Manzaraları’nı yazarken nasıl bir kozmopoesis oluşturma peşinde olduğunu gördüğümüzü belirten Güzeldere, sözlerini Meltem Gürle’den alıntı yaparak, fikri bir sanat eseri içinde cisimleştirmenin, tıpkı Nâzım’ın sanatına sinen dünya görüşü ve metafizik bakış gibi, önemine vurgu yaptı ve sanat eseri biçiminde ortaya konulan bir fikre saygı göstermeyenlerin bile saygı göstereceğini belirtti. Güzeldere’ye göre Nâzım’ın başardığı tam olarak buydu.

Oturumun son konuşmacıları Mimar Sinan Üniversitesi’nden Seval Şahin ve Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Didem Ardalı “Nâzım Hikmet’in Edebi Beğeni Dünyası” başlıklı sunumlarına Bourdieu’nün geçtiğimiz günlerde Türkçe’ye Ayrım adıyla çevrilen beğeni konusundaki kitabını anarak başladılar ve beğendiklerimiz kadar beğenmediklerimizin de bizleri belirlediğini vurgulayarak şairin entelektüel dünyasının derinliklerine inmek için Nâzım’ın beğendiği sanatçıların kimler olduğuna ilişkin bir araştırma yaptıklarını söylediler. Nâzım’ın eleştirel eserlerini, yazılarını, mektuplarını, anketlerini, makalelerini, söyleşilerini tarayarak söz ettiği 180 edebiyatçının listesini ve beğenisinin derecelerini belirleyen akademisyenler, Nâzım’ın en yoğun biçimde Gorki’den bahsettiğini, 1950’lere kadar kendi kuşağı dışındakiler için yorumlarının olumlu olmadığını, inceledikleri belgelerde yalnızca beş kadın edebiyatçının isminin geçtiğini ve şairin İkinci Yeni’den hiç bahsetmediğini belirttiler.

Boğaziçi Üniversitesi Türk Edebiyatı bölümünden Nüket Esen’in moderatörlüğünü yaptığı üçüncü oturum ise yakın okumalar üzerineydi. İstanbul Şehir Üniversitesi’nden Erkan Irmak, başlığını MFÖ’nün Buselik Makamı adlı şarkısından alan “Majörler Tükendi, Minörlere Yolculuk: “Saman Sarısı”nda Çokseslilik” sunumunda, Nâzım’ın şiir dünyasının Veysel Öztürk’ün de ifade ettiği gibi göz ardı edilen son yıllarına, özellikle de bu dönemde yazılmış “Saman Sarısı” şiirine yer verdi. Ses ve anlatım üzerinden yaptığı değerlendirmelerle şairin şiir anlayışındaki majör, tek sesli yapıdan, minör çok sesli yapıya geçişi işaret eden Irmak, Bakhtin’in ‘kronotop’ kavramının Nâzım Hikmet’teki yansımalarını da tartışmaya açtı. Zaman ve uzamı birbirinden ayrı düşünmemeyi öneren bu kavram çerçevesinde treni bir kronotop olarak okuyan Irmak, onun örneğin, Memleketimden İnsan Manzaraları’nda şairin hapis arkadaşı, onu mahkûm eden yasa ve duvarların panzehri olduğunu söylerken dünyaya bakışın sözcüsü bu kronotopun, “Saman Sarısı”nda kendi yolculuğuna varma algısını imlediğinin altını çizdi. Çoğu kez kadınlara duyulan aşk ile harmanlanan dünya görüşünün yerini şairin uzak ve kaybetme korkusuyla dolu bakış açısına bıraktığı “Saman Sarısı” Irmak’a göre sunduğu minörleşmeyle daha esnek bir edebiyat eleştirisinin de kapısını aralayacak bir kanıt niteliğindedir.

Oturumun ikinci konuşmacısı ise Boğaziçi Üniversitesi’nden Murat Narcı oldu. Narcı, “Şiirde Üretim Bandı: “Saman Sarısı”nda Montaj” başlıklı konuşmasıyla “Saman Sarısı” şiirine ilişkin bir okuma sunan konuşmacılardan biriydi. Irmak’tan farklı olarak şiire Marksist bir şekilde yaklaşan Narcı, Benjamin’in Brecht’in tiyatrosunu açıklamak için kullandığı ‘montaj’ kavramını şiirin yapısı ve üretimiyle ilişkilendirdi. Ona göre, dilin de montaja girdiği bu şiirde şair, fotoğraf ve sinema gibi alanların sunduğu görsellikten de yararlanarak kendi dokuma tezgâhını gözler önüne sermektedir. Sempozyumun da başlığını aldığı dize olan “vakıtları yakalamak istiyorum”u işaret ederek şairin Arapça ‘vakt’ kökünden gelen ve bugün ‘vakit’ olarak kullandığımız kelimeye ‘vakıt’ olarak yer vermesinin dilin defosunu ortaya koyduğunu, yani montajı gözler önüne serdiğini belirten Narcı, şiirde aşkın bölünemeyen, montajlanamayan bir duygu olarak yer aldığını da sözlerine ekledi.

Oturumun üçüncü konuşmacısı ise Boğaziçi Üniversitesi’nden Halim Kara’ydı. “Çekişmeli Bir Mecra Olarak Şiir: Şeyh Bedreddin Destanı” başlıklı konuşmasında “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı”na yakın bir okuma öneren Kara, Nâzım’ın bu şiirle tarihi nasıl modern edebiyata aktardığını ve bunun da ilerisinde nasıl tarihin içinden alternatif bir tarih ürettiğini tartışmaya açtı. Halk hikâyesi gibi geleneksel anlatım türlerinden de faydalan şairin, parçalı, heterojen, esnek, katmanlı ve çok dilli modern bir yapıt ürettiğini dile getiren Kara, bu argümanını şiirden verdiği örneklerle destekledi. Bunlar arasında dinleyicileri en çok gülümseten örnek, anıştırma yoluyla Marx olduğu belli edilen kayıkçı oldu.

Oturumun son konuşmacısı, “Türk ve Kürt Şiirinin Modernleşme Sürecine Sınıfsal Müdahale: Nâzım Hikmet ve Cegerxwin Şiiri” başlıklı sunumuyla Ömer Faruk Yekdeş idi. Yekdeş, Nâzım Hikmet ve onunla gerek dünya görüşü gerekse bakış açısı olarak benzer bir ideolojiyi taşıyan Kürt edebiyatçı Cegerxwîn’in sırasıyla Türk ve Kürt modernizmine katkılarını tartıştığı konuşmasında, ikilinin İslami metafiziği nasıl materyalist bir yaklaşımla aştıklarını örneklerle sorguladı. Nâzım Piraye’ye yazdığı mektuplarda rubailere diyalektik materyalizmi yakalamak için başvurduğunu söylediğini belirten akademisyen, iki şairin edebiyatlarında kadının nasıl özneleştiğine vurgu yaptı.

4. OTURUM

Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi’nin müdür yardımcısı da olan Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden Zeynep Uysal’ın moderatörlüğünü yaptığı günün son oturumun konusu Cumhuriyet dönemi ve sonrasındaki Nâzım algısıydı. “Estetik Modernizmi Tercüme Etmek: Nâzım Hikmet ve Erken Cumhuriyet” sunumuyla oturumu açan Boğaziçi Üniversitesi’nden Duygu Köksal, Modernizmin erken Cumhuriyet dönemindeki algısına değindiği konuşmasında, Nâzım Hikmet’in modernizmi nasıl Cumhuriyet Türkiye’sine uyarladığını anlattı. Kolektivizm ve iyimserlik gibi vurgularla ilerlemek isteyen Cumhuriyetçilerin Modernizmin birey, yabancılaşma ve yalnızlık gibi konuları gündeme getiriyor olmasından duyduğu hoşnutsuzluk, çağın gerisinde kalmamak için peşinden gitmeleri gerekli olan bu akıma dâhiliyelerini zorlaştırıyordu. Nâzım’ın şiiri bu noktada devreye girerek Türkiye’de Modernizmin kabul görmesinin ve yerleşmesinin önünü açmıştı.

“Bir Avangard olarak Nâzım Hikmet” başlıklı sunumuyla oturumun ikinci konuşmasını gerçekleştiren, İstanbul Şehir Üniversitesi’nden Mehmet Fatih Uslu ise, Nâzım Hikmet’in Resimli Ay dergisindeki yıllarını (1928-1931) merkeze alarak şairin yaşamında ve erken Cumhuriyet döneminde avangardın yerini ve şairin avangard eğiliminin siyasi izdüşümlerini tartıştı. Sovyet Rusya’dan döndükten sonra Zekeriya ve Sabiha Sertel’in kurduğu derginin matbaasında işe başlayan Hikmet, daha sonra ikilinin dikkatini çekerek yazı ve fikir kadrosunun da bir parçası hâline gelmişti. Şiirinin erken dönemini de oluşturan bu yıllarda şair Sovyet Rusya’daki “aşırı” sanat akımlarından büyük ölçüde etkilenmişti ve Resimli Ay bu avangard eğilimlerin ve deneyselliğin sunuş zeminini oluşturuyordu.

Oturumun üçüncü konuşmacısı ve İstanbul Şehir Üniversitesi öğretim üyesi Yalçın Armağan, “İkinci Yeni ve Nâzım Hikmet” başlıklı sunumuna ilk önce kendi sunumunun başlığı üzerine konuşarak başladı. Aslında başlık için Zühtü Bayar’ın 1968 söylediği “Nâzım’ın şiiri önce İkinci Yeni’ye bir tokat attı” sözünden yola çıkmayı düşündüğünü fakat akademik tutumun kendisini alıkoyduğunu belirten Armağan, Nâzım Hikmet ve İkinci Yeni arasına çizilen kalın sınırların nedenlerini sorguladığı sunumunda, Nâzım’ın şiir alanındaki etkisinin yazdığı yıllarda yasaklı olması nedeniyle ancak 1965’ten sonra görünür kılındığından söz açtı. Bu nedenle modern Türkçe şiirin dönemselleştirilmesi sırasında şair dışarıda bırakılmış ve uzun süre şairin Garip ve İkinci Yeni gibi şiir hareketleriyle ilişkisi kurulmamıştı. Yalçın’ın ifadesiyle 1965 sonrası “keşfedilen” şair ideolojik tutumuyla ön plana çıkarıldığından çoğunlukla İkinci Yeni’nin karşısında konumlandırılmıştı. Armağan da bu tartışmanın boyutlarını gündeme getirip geçerliliğini yorumlayarak konuşmasına son verdi.

Dördüncü oturumun son konuşmacısı, Boğaziçi Üniversitesi’nden Gülce Başer de, “Nâzım Hikmet ve Ana Akım Şiir: Bir Şairin, Devletin Kültür Siyasetini Etkileyişi” başlıklı sunumunda Cumhuriyet döneminin siyasal ideallerinden bahsederek devlet ve siyasi iktidarı destekleyen kesimlerin toplumcu şairler üzerindeki baskısından ve bu baskıya ilk maruz kalan kişinin Nâzım Hikmet olduğundan söz etti. Nâzım’ın emek sömürüsüne başkaldıran dili, Cumhuriyetin inandırmak istediği düşü bozan muhalefeti devletin siyasetini de kültür politikalarını da şekillendirmişti.

ŞAİRLER PANELİ

Sempozyumun son bölümüne gelindiğinde söz, akademisyenlerden şairlere geçti. Küçük İskender, Deniz Durukan, Ömer Erdem, Mahmut Temizyürek, Gonca Özmen ve Nazmi Ağıl’ın katıldığı oturumun moderatörlüğünü Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden Olcay Akyıldız üstlendi. Katılımcı şairler, Nâzımla nasıl tanıştıklarını ve ondan ne ölçüde etkilendiklerine ilişkin anılarını paylaştılar. Nâzım Hikmet’i bu kadar tartışırken eleştirisinin de es geçilmemesi gerektiğinden bahseden Akyıldız’ın yönelttiği soru üzerine Gonca Özmen ve Deniz Durukan şairin kadınları ele alışını sorunlaştıran yorumlar yaptı. Ayrıca, Mahmut Temizyürek kahraman Nâzım imgesinden söz ederken, Küçük İskender ve Nazmi Ağıl, Nâzım’ı kendisinden dinleme olanağı buldukları ve onlara kol kanat geren bir editörlük de yapmış Mehmet Fuat’tan da bahsettiler. Ömer Erdem’in büyük yayıncılardan biriyle Nâzım’ı yayımlanması üzerine yaptığı konuşmayı anlatırken aktardığı yayıncının ‘keşke ama imkânsız’ yanıtı, salonu düşünceli bir biçimde güldürdü. Paneli noktalayan ise Nazmi Ağıl’ın sözü oldu. “Nâzım bugünü görseydi ‘bugün yine beni güneşe çıkardılar’ derdi”.

Yazar: Merve Şen