AYFER TUNÇ’UN KALEMİNDEN:

NÂZIMSEVER KÜÇÜK KOMÜNİSTİN HİKÂYESİ*

Çocuktum, galiba ilkokul öğrencisiydim. Bir kış akşamıydı. Bilmiyorum hangi vesileyle, annem Nâzım Hikmet’le ilgili kendi küçük hikâyesini anlatmıştı bana:

İlkokulu bitirmek üzere olan bir kız çocuğu iken, bir sabah arkadaşlarıyla sınıfa girdiğinde, kara tahtaya beyaz tebeşirle iki dizenin ve bir adın yazılmış olduğunu görmüş.

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine.
– Nâzım Hikmet

Nâzım Hikmet o zamanlar yasak, gizli, romantik, büyük, coşkulu, şair bir komünistmiş. Hâlâ olduğu gibi. Ama o yıllarda önce şair değil, önce komünistmiş okul ve tabii ülke için. Onu sevmek, dizelerini okumak, mektuplara yazmak, ezberlemek bir yana, adını anmak bile affedilmeyecek kadar büyük bir suçmuş, hele küçük kasabaların küçük okullarında. Buna rağmen el yazısıyla kaba kağıtlara yazılmış şiirleri, içlerinde büyüyen ve henüz tanımlayamadıkları bir coşkuyu bastıramayan gençler arasında elden ele dolaşır, kutsal emanet gibi en gizli köşelerde saklanırmış.

Öğrenciler bu yasak dizeleri ve o ürpertici adı okuyunca taş kesilmişler. Sınıfa bir sessizlik, hatta korku çökmüş, okulun bütün hocaları tahtanın başına toplanmışlar, bu güzelim iki dize daha fazla okunmasın diye tahtanın önünde etten duvar örmüşler. Annem bir okuyuşta ezberlemişmiş bu dizeleri, çünkü okuduğu anda, yaşadığı küçük kasabayı çevreleyen gür ormanı, o ormanda duyduğu huzuru ve kardeşlik duygusunu iliklerine kadar hissetmiş. “Ne güzel” diye düşünmüş, “bir orman gibi kardeşçesine…”

Ama sınıfın hali hiç de huzurlu ve kardeşçesine değilmiş. Öğretmenler yay gibi gerilmişler. Elle tutulur bir gerilim varmış havada. Ateş saçan bakışlar küçücük öğrencileri birer birer tarıyormuş. Öğretmenlerin hepsi çok kızgın, çok tedirgin ve bu suçu işleyeni cezalandırmaya kararlı görünüyorlarmış. Başöğretmen elindeki tahta cetveli düzenli aralıklarla avucuna vuruyor, öğrencileri, sırayla değil, ansızın, ondan ona bakarak gözden geçiriyormuş. Kırpışan bir göz mü arıyormuş, titreyen bir dudak mı, kim bilir…

Tahtayı silemiyorlarmış, çünkü Nâzım Hikmet’in adını ve dizelerini bütün o gözlüklü, çatık kaşlı, koyu giyimli, sert, buyurgan öğretmenlere başkaldırırcasına tahtaya yazmaya cüret eden on-on bir yaşlarındaki küçük komünistin kim olduğunu el yazısından bulacak ve cezalandıracaklarmış.

Annem kim olduğunu tahmin ediyormuş. Çünkü Nâzım Hikmet’in adını okulda bir tek ondan işitmiş. Arkadaşı bu büyük şairden söz ettiğinde “ama o komünist!” diyormuş annem, aslında komünizmin ne olduğu hakkında en ufak bir fikri yokmuş. Arkadaşı cevap vermiyor, gözlerini kısarak, başını komünizm korkunç bir şey değil dercesine sallayarak bakıyormuş. Annem yıllar sonra farketmiş ki, arkadaşının o kısık bakışlarında, o başını hafiften öfkeli sallayışında bir küçümseme var, annem Nâzım Hikmet’in büyüklüğünü idrak edemediği için.

Bütün öğrenciler yerlerinde sessizce oturmuş, önlerine bakarlarken, öğretmenler aralarında fısıldaşmışlar. Annem arkadaşının adını fısıltıların arasında duyduğunda olacaklardan çok korkmuş. Yasak bir adı ve çok güzel ama yasak olan iki dizeyi tahtaya yazan arkadaşının başına gelecekleri düşünüyormuş. Gizlice sınıftakileri gözden geçirmiş. Arkadaşı aralarında yokmuş.

“Suçlu”yu bulup cezalandıramamışlar. O “Nâzımsever küçük komünist” annemlerin yaşadığı kasabayı çoktan terk etmiş. Okula bir daha dönmemiş. Suçlunun kim olduğuna kanaat getirilince tahta silinmiş, sabah saatlerini “zehirlemiş” olan o ismin öğrencilerin zihninden derhal silinmesi için emir verilmiş, bir başkası böyle bir şey yapacak olursa çok ağır cezalar verileceği tekrar edilmiş, hayat kaldığı yerden devam etmiş.

Annem kasabaya yakın bir köyden, karda yağmurda, her sabah yürüyerek okula gelen o arkadaşının akıbetinin ne olduğunu hiç öğrenememiş. Biraz bu nedenle, biraz da o arkadaşın aşıladığı Nâzım Hikmet aşkıyla, Nâzım’ın tüm kitaplarını okumanın yanı sıra, yıllar boyunca gazetelerde çıkan Nâzım Hikmet’le ilgili haberleri takip etmiş. Acaba tutuklananların arasında o da var mıdır, küçücük yaşına bakmadan Nâzım’ın adını tahtaya yazarak kendi kaderini değiştiren o küçük oğlan çocuğu büyümüş de, Nâzım’a yol arkadaşlığı yapmış mıdır diye her satırı okumuş.

Adına hiç rastlamamış.

Hep düşünmüşümdür, annem küçük bir kızken, Nâzım’ın adını kendisine fısıldayan o küçük komünisti seviyor muydu diye. Ona, “anne o arkadaş senin çocukluk aşkın mıydı?” diye soracak cesareti hiç bulamadım. Ama böyle olduğuna inanmak istiyorum. Nâzım Hikmet’in adına bu yakışıyor.

*Almanya’da bulunan Verlag Anadolu adlı yayınevinin yayımlamayı düşündüğü Nâzım Hikmet kitabı için Adnan Binyazar benden bir yazı yazmamı istediğinde, birden annemin bu küçük anısını hatırladım. Yazı, İmdat Ulusoy’un hazırladığı Zu seinem 100. Geburtstag/ Doğumunun 100. Yıldönümünde Nâzım Hikmet adlı kitapta yayımlandı. Annemin ve Nâzım Hikmet’in anısına kaleme aldığım bu yazıyı şu cümleyle bitirmeyi istedim, ama uyduramadım bir türlü: Bir şair neden sevilir?

Yazan: Ayfer Tunç