AHMET ÜMİT’İN KALEMİNDEN:

MOSKOVA’DA BİR GECE YARISI

Nâzım Hikmet 1926’da evlendiği Yelena Yurçenko ile Moskova’da

Bu metinde anlattıklarımı, 1985-86 yılında Moskova’da Sosyal Bilimler Akademisi’nde okurken yaşadıklarımdan derlenmiştir.

Bu hikâyeyi yaşadım mı yoksa hayal mi ettim, ben de bilmiyorum. Ama o geceyi çok iyi hatırlıyorum; Ocak ayının on beşiydi. Cam gibi Moskova gecesinin içinde yürüyordum. Birden o iki adamı fark ettim, yirmi metre kadar geriden geliyorlardı. Yolumu değiştirdim, mağazalara girdim çıktım, otobüse bindin indim, hayır herifler hep peşimdeydi. Belki kurtululurum umuduyla adımlarımı hızlandırıp kendimi metroya attım. Sanırım başarmıştım, çünkü adamlar ortalıkta görünmüyordu. O anda bakışlarım bindiğim vagonun penceresine takıldı. Kaşlarının üzerine düşmüş siyah kalpağının altından biri beni süzüyordu. İlk şaşkınlığımı atlatınca, aslında bu ürkünç adamın kendim olduğunu anladım. Kendi salaklığıma gülerek boş koltuklardan birine çöktüm. Ama oturur oturmaz onları gördüm; hayır, peşimi bırakmamışlardı, ikisi de ayakta dikilmiş beni izliyorlardı. Sahi kimdi bu adamlar? Benden ne istiyorlardı? Belki de tanıyordum onları. Anlamak için yeniden onlara döndüm ama yine kaybolmuşlardı. Ayağa kalkıp ara kapıdan yandaki vagona baktım, hayır, orada da yoktular. Belki de yanılıyordum, belki de bu güneşsiz ülke, bu her yanı kaplayan beyaz kitle, sanrılar gördürüyordu bana.

Yine de temkinli olmalıydım. Oturduğum koltuktan hiç kalkmadan, fırsatın gelmesini beklemeye başladım. Bir sonraki durakta metro durunca hiç kıpırdamadım; kapı açıldı, bir kişi indi, son anda ben de fırlayıp kendimi dışarı attım. Eğer birileri peşime takıldıysa artık beni izlemeleri mümkün değildi. Hızla merdivenlere yöneldim, basamakları tırmanmaya başlayacaktım ki, o iki adamı gördüm yeniden. Geri dönmeyi düşündüm ama çok geçti, metro hareket etmişti. Koşarak merdivenleri tırmanmaya başladım. Yukarı çıkınca da hiç durmadım, hızımı kesmedim, dönüp arkama bile bakmadım. Olanca kuvvetimle koşarak, soldaki sokağa daldım. Sonunda kuytu bir köşede soluk soluğa kalmış bir halde durdum. Takatim tükenmişti, sağ karın boşluğumda bir sancı başlamıştı. Dönüp geriye baktım, sokak boştu. Onları atlattığımı düşünürken, sesler duydum. Bakınca iki adamın üzerime geldiğini gördüm. Gücümü toplayıp geldiğim yöne doğru son bir umutla koşmaya başladım. Köşeyi dönerken ayağım kaydı, karanlığın içine yuvarlanıyordum ku, bir el beni yakaladı. İrkilerek beni tutan adamdan uzaklaşmaya çalıştım.

“Korkma,” dedi. “ Ben düşman değilim.”
“Kimsin? Kimsin öyleyse?”diye mırıldandım.
“Önce şu adamlardan kurtulalım,”diyerek önünde durduğumuz binayı gösterdi.

Düşünecek zaman yoktu, onunla birlikte binaya daldım.

“Işıkları yakmayalım,” diye fısıldadı. “Fazla merdiven çıkmayacağız zaten.”

İkinci katta bir dairenin önünde durduk. Kapıyı açtı, içeri girdik. Işıkları yakan kurtarıcıma baktım. Sırtı bana dönüktü, ama sarışın olduğunu görebiliyordum, saçları kıvırcıktı, heybetli bir adamdı. Bana dönünce irkildim, karşımda aşina olduğum bir yüz vardı. Onu nereden tanıyordum? Eski bir arkadaş… Bir akraba… Birden jeton düştü.

“Siz… Siz Nâzım Hikmet’siniz…”

Şaşkınlığıma anlam verememiş gibiydi.

“Peşindeki heriflerden biri olsam daha mı iyiydi.”
“Hayır ama, nasıl söylesem… Siz, siz, ölmemiş miydiniz?”

Mavi gözlerinde kederli bir ışık yandı söndü.

“Şairlere ölüm yoktur.” Sonra omzuma dostça vurarak ekledi. “Hadi kalpağını, paltonu çıkar da içeri geçelim. Üşümüşsündür, sana sıcak bir çay vereyim.”
“Çay filan istemiyorum. Bana olanları anlatın yeter.”
“Anlatacak bir şey yok cancağızım. Bana ihtiyacın vardı geldim. Hepsi bu.”

Salona geçmiştik. İçerisi bir müzeyi andırıyordu; resimler, yontular, Anadolu motiflerini taşıyan dokumalar. Koltuklardan birine otururken,

“Her şey tuhaf bir şaka gibi,” dedim.
“Neden şaka olsun. İşte şurada oturmuş konuşuyoruz.”
“Ama ben maddeden ayrı ruha inanmam.”

Küçük bir kahkaha attı.

“Benim inandığımı kim söyledi? Bu mucizeyi yaratan tanrı değil, sanat.”
“Anlayamıyorum.”
“Her şeyi anlamak gerekmez kardeşcağızım. Neyse söyle bakalım, sıcak bir çay mı istersin, yoksa votka mı?”
“Bu durumda votka içsem daha iyi olacak.”

Nâzım tez canlı bir ev sahibi gibi mutfağa yollandı. Odada tek başıma kalmıştım. Merakla, tablolara, yontulara, dokumalara bakmaya başladım. Az sonra içinde iki kadeh ve bir votka şişesiyle döndü.

“Kusura bakma seni yalnız bıraktım. Vera olmayınca böyle oluyor işte.”

Sahi o neredeydi? Sanki sorumu duymuş gibi,

“Eski kocasına gitti.” Yüzü gölgelenir gibi olmuştu. “Biliyorsun çocuğu var. Haftanın belirli günleri onlara gidiyor. Neyse, hadi içelim. Aşka.”

İster istemez ben de kaldırdım kadehimi.

“Aşka.”

Ruslar gibi bir dikişte bitirdik içkimizi. Kadehini tepsiye koyarken sordu:

“Okulda aşık olduğun kimse var mı?” Yanıt vermemi bile beklemedi. “Ben olmuştum. Doğu Halkları Üniversitesi’nde okurken büyük aşklar yaşamıştım.”

Nâzım’ın gençlik günleri geldi aklıma. Ayağında asker postalı, üstünde kaba bir palto, gencecik bir devrimci.

“O günlerde aşık olmak, bir başkaydı,” diye mırıldandı yeniden.
“Ama sizin aşksız geçen yıllarınız yok ki yoldaş,” diye takılacak oldum.
“Fena mı?” diye lafı ağzımda koydu.
“Fena değil ama bu kadar sık aşık olmanıza şaşıyorum. Ben de aşık oldum. O delice duyguları ben de yaşadım ama bir kez oldu bu. Karşımdaki kadın beni ne kadar çekerse çeksin, aynı tutkuyu bir daha yaşayacağımı zannetmiyorum.”
“O kadar iddialı olma,” dedi kadehlerimizi yeniden doldururken. “Aşk, öyle karar verilen bir şey değil. İradene, mantığına rağmen seni sürükleyen bir duygu… Geldi mi geliyor, sen de apışıp kalıyorsun öylece. Ama kötü bir durum değil bu. Ne güzel işte, insan yaşadığını anlıyor. Ya olmasaydı? Ya bu tutkuyu hiç yaşamasaydık, hiç tanımasaydık…”
“Kavgamız, idealimiz, ütopyamız var ya?”
“İdealimiz başka bir konu.”
“O da bir tür aşk değil mi?”
“Değil. Aşkın toplumsalı olmaz. Aşk bireyseldir. Evet, hatta tek kişilik bir şeydir. Anlasana, bencilliğimizin en uç noktası…”
“Ama aşkı için kendini feda eden binlerce insan var.”
“İyi ya kendini feda etmek, hatta kendini öldürmek de bir tür bencillik değil mi? Böylece ne kadar büyük bir aşık olduğunu göstermek istiyorsun.”
“Fakat, çoğu kez kavgayla aşkı özdeşleştiriyoruz.”
“Evet, biz devrimcilerde çok yaygın bu. Sanırım aşık olmaktan gizliden gizliye utanç duymamızdan ileri geliyor.”
“Neden utanç duyalım ki?”

Alaycı bir ses tonuyla yanıt verdi.

“Büyük kavgamızın yanında, küçük duygusallıklara kapılmanın vicdanımızda açtığı derin yara yara desem.”

Taşı gediğine koydum.

“Ama siz, boş gecelerini, hazım zamanlarını değil / boydan boya ömrünü ver ihtilale,” demiştiniz.”
“Doğru öyle yazdım. Çünkü, devrim, her zaman aşktan önde gelir. Ama bu aşktan vazgeçeceğimiz anlamına gelmez. Zaten istesek de kurtulamayaz bu güzel beladan. Ben insanın hem toplumsal, hem de bencil bir varlık olduğunu söylemeye çalışıyorum. İnsan bu yönlerinden birini yaşayamazsa mutsuz olur. Kapitalizm insanın yalnızca bireyci yanını doyuruyor, biz ise toplumsal yanını…”
“Ama toplumsal özgürlüğe kavuşmadan, bireysel özgürlüğe ulaşamayız,” diyecek oldum, sağ elini boşlukta usulca salladı.
“Hayır efendim, kimse yüzyıllarca bir hayalin gerçekleşmesini bekleyemez. Devrim içimizdedir, devrim bugündür. İnsanın kişiliğini yok sayarak, onu farklı kılan yanlarını görmezden gelerek ideal bir toplum yaratamayız. Yaşanacaksa hemen, şimdi, hemen bugün yaşanmalı. Kim ne derse desin, aşksız bir devrim, güneşini yitirmiş bir yeryüzü gibidir. Asla mutluluk getiremez.”
“Ütopyamız…”
“Kişiliksiz, renksiz, düşünceleri, duyguları bile birbirine benzeyen insanlarla yepyeni bir ütopya kurulamaz?”

Canımı sıkmaya başlamıştı.

“İyi de yaşarken bunları niye söylemediniz?”

Derin bir soluk aldı.

“Söyledim aslında, ama yeterince söylemedim. Çünkü çok geç farkına vardım bunun. Ama yine de bir şeyler yaptım. ‘İvan İvanoviç var mıydı, yok muydu’ adlı bir oyun yazmıştım.”
“Biliyorum,” diye atıldım. “Moskova’da üç gün sahnelendikten sonra kaldırılmıştı…”

Derinden bir iç geçirdi.

“Bunun benim için nasıl büyük bir hayalkırıklığı olduğunu anlıyor musun? Türkiye’de zulümden kaçıp ideallerimin ülkesine geldim ama burada da oyunumu yasakladılar…” Yeniden kadehine uzandı. “Belki de biz sanatçılar, her türlü iktidardan uzak durmalıyız. Devletle hiçbir zaman barışmamalıyız. Yanlışı yapan kim olursa olsun hayır demeliyiz…” Usulca başını salladı. “Evet, hangisi olursa olsun iktidar bizi bozuyor.”
“Bilmiyorum,” diye mırıldandım. “Tuhaf bir gece bu. Önce karanlık görünüşlü adamlar beni kovaladı, sonra sizinle karşılaştım. Sahiden tuhaf.”
“Tuhaf olması iyi,” dedi neşeyle. “Sadece gerçeklerden oluşan bir dünya çok sıkıcı olurdu. Hadi tuhaflığa içelim…”

Kadehe uzanırken, bir şeyin beni sarsaladığını hissettim. Gözlerimi açınca başucumda Moskovalı bir polisin dikildiğini gördüm. Çok içmiş olduğumdan söz ediyordu tatlı bir Rusça’yla. Toparlanıp kalktım. Ne kadar süredir burada yatıyordum acaba? Üstüme başıma bulaşan kar tanelerini silkelerken çevreye baktım. Bu sokağa daha önce defalarca gelmiştim. Başımı kaldırınca Nâzım Hikmet’in penceresindeki Hacıvat Karagöz desenlerini gördüm. Demek farkında olmadan Nâzım’ın evine kadar yürümüştüm ama ondan sonrası karanlıktı. Gerçekten de Nâzım’ı görmüş, onunla konuşmuş muydum, yoksa o sert Rus votkası, bu hayali mi gördürmüştü bana? Bilmiyorum, sahiden bilmiyorum, bugün bile, hâlâ o gece neler olduğunu çözebilmiş değilim…

Yazan: Ahmet Ümit