ATİLLA BİRKİYE’NİN KALEMİNDEN:

BİR OKUMA DENEMESİ: SAAT 21-22 ŞİİRLERİ YA DA BİR KALBİN KARASEVDÂ ŞARKILARI

Samiye, Nâzım, Piraye, Seyda bir kır kahvesindeler.

“Hasretini, yokluğunu, sensizliği
bir ateş yanığı gibi öyle acıyla duydum ki yüreğimin etinde”

Nâzım Hikmet’in şiirini “anlamak”, çözümlemek ya da üstüne konuşmak için onun gerçek yaşamını da bilmek gerekir. Şiirin esin kaynakları kendi yaşadıklarındandır; yaşamı ile şiiri iç içedir.

Nâzım Hikmet dediğimiz zaman karşımızda dehanın yalnızlığını buluruz, öncelikle. Yıllarca süren hapislik, üstelik son derece haksız ve hukukun çiğnendiği bu hapislik, onun sağlığını ciddî bir biçimde bozmuştur. Şiirlerinde, mektuplarında da yer alan bacağının siyatik ağrısı, karaciğeri, midesi ama en önemlisi kalbinin “ınfakt”ı! Zaten büyük şâir kalp krizi geçirerek yaşama gözlerini kapar.

Yurtsever, hümanist, komünist ve hep karasevdâlıdır. Dâvâsına, toprağına ve kadınlarına olan aşkı birliktedir ve bunu şiirlerinde iç içe geçmiş bir yapısal örgü biçiminde görürüz. İnandıklarına, sevdiklerine hep coşkuyla bağlanmıştır; buna kuşu Memo da dâhildir…

Kalp krizi geçirip ölür ama kalbinin yetmezliği fiziksel olduğu kadar tinseldir (ruhsal, mânevîdir) de. Kalbi üçe bölünmüştür âdeta: “insanlık meselesi”, “yurdu ile partisi” ve “aşk” yâni “kadın”lar! Bunları birbirinden ayırmak olanaksızsa da, o kadar aşka kuşkusuz yalnız Nâzım Hikmet’in değil, yeryüzünde hiç kimsenin kalbi dayanmaz.

Nitekim son karısı ve çılgınca âşık olduğu Vera Tulyakova’ya yazdığı “Vera’ya” adlı şiirde, nasıl dâvâsında ölümü göze almışsa, aşkta da ölümü göze aldığını çok açık bir biçimde anlatır. Büyük bir olasılıkla son şiiridir ve öldüğünde karısı ceketinin cebinde bulduğu kendi resminin arkasına yazılıdır:

Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana

Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm

Doktorlar genç bir kadınla evlenmemesini öğütlemiştir. Ne var ki onun yüreği aşkla yandığından, ölüm korkulası bir şey değil, doğal olan, yaşamın içindekidir yalnızca. Belki de ölüm korkusuna karşın Vera ile birlikte olmuştur!

Bilindiği gibi on iki yıl haksız yere yatan Nâzım Hikmet’e hapisteyken “angine de poitrine” tanısı konur, ritim bozukluğu vardır kalbinde ve zaman zaman “tutar”; mektuplarında da bundan söz eder. Nisan 1948’de bu tanı üzerine “Angina Pektoris” şiirini yazmıştır; kalbinin durumlarının şiiri olduğu gibi, işte o kalbi –yâni şiirdeki kalp imgesi– yaşama bakışı, dünya görüşüdür de:

ekran-resmi-2016-12-12-12-02-01

Nâzım Hikmet’in kalbi rahatsızdı, evet, bu fiziksel bir durumdu ama asıl önemlisi onun yüreğinin “hasta” oluşuydu ya da belki de buna hastalık dememek gerek, bu coşkun bir dehanın metaforik durumuydu; kendi dile getirişiyle “karasevdâ”ydı.

Aşkı Sorgulamak!

“Tahir ile Zühre”, aşk’ın sorgulandığı bir şiirdir ve karısı Piraye ile sonraki karısı Münevver arasında “duygusal” olarak kaldığı dönemde yazılmıştır; sanırım bu duygusallık da şiirde kendini gösterir:

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.

yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?

Benzer biçimde, “İki Sevda” adlı şiiri de yine –bu kez– yanılmıyorsam Münevver ile Vera arasında kaldığı duygusallık dönemindedir! Bir yandan da sevdâyı (aşk) yerleşik olmayan bir bakışla sorgular.

Bir gönülde iki sevda olamaz
yalan
olabilir.

O tepsideki ne
o güllü tepsideki
yer çileği mi kara dut mu?
Fulya tarlasında mıyım
karlı kayın ormanında mı?
gülüp ağlıyor sevdiğim kadınlar
iki dilde.

Sovyetler Birliği’nde evlendiği son eşi Vera için yazdığı “Saman Sarısı” adlı anlatımcı, uzun dizeli, uzun soluklu şiiri ki:

sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
işin kolayına kaçmadan ama

Dizeleriyle belleklerde yer etmiş yine sevdâsı ve kavgasının iç içe geçtiği, insanlık meseleleri ile bireysel olanın (aşk) birlikte ele alındığı bir şiirdir. Aşk şiirlerinin bazıları da günümüzde bestelenmiştir, örneğin “Münevver’in Doğum Günü” adlı şiiri:

Yapraklara, dallara, yeşillere, allara,
Nice nice yıllara gülüm, nice nice yıllara.
Yaprak dala, al yeşile yaraşır,
Gayrı bundan böyle vermem seni ellere…

Piraye İçin Yazılmış

Nâzım Hikmet’in aşk şiirleri arasında, hapisteyken karısına yazdığı Piraye İçin Yazılmış Saat 21-22 şiirlerinin farklı bir yeri vardır; şiir bir “devrim” niteliğindedir diyebiliriz. Ötekilerden daha “başarılı”, daha “güzel” diye bir saptamayla değil, gerek şâirin şiir coğrafyasına gerekse de şiirimize getirdiği yeniliklerle bu şekilde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Piraye İçin Yazılmış Saat 21-22 Şiirleri’nin Türk şiirine getirdiği yenilik, daha çok içeriktedir. Genellikle, “kavgası ile sevdâsını birleştirdiği” şiirler olarak tanımlanagelmiştir. Şiirlerin esin kaynaklarının başında –şiirlerden de anlaşıldığına göre– Piraye’nin yazdığı mektuplar gelir.

Kitapta yer alan 20 Eylül 1945 başlıklı şiirde ki bu yapıtın ilk şiiridir, bunu görmek olanaklıdır (bu şiirin de bestelendiğini belirtelim):

Nâzım Hikmet, büyük yapıtı Memleketimden İnsan Manzaraları’na çalışırken, yanı sıra “lirik şiirler” de yazmak istemektedir. Bu da karısına olan özlemin, bir başka biçimde dile gelmesidir. Karısına bir mektubunda şunları yazar:

“Canım karıcığım,
“Mektubunu aldım. Sana bugün 40 lira daha yolluyorum, alınca bildirirsin. Sonra bak ben ne yapıyorum: Gündüzleri tercümeye – ikinci kitabın da bana ait kısmını bitirip yolladım, herhalde yakında avans alırız – çalışıyorum, Manzaralar’ı işliyorum, düzeltiyorum. Bu böyle geceye kadar sürüyor. Saat 21 oldu mu artık yalnız seni düşünüyorum. Bu, öteki zamanlarda seni düşünmediğim manasına gelmesin. Fakat saat 21’den sonra senden başka hiçbir şey düşünmüyorum ve 21 ile 22 arasında bir saat sana şiir yazıyorum.
“Bunların adını : ‘Piraye için yazılan saat 21- 22 şiirleri’ koydum. İşe Eylül ayının sonlarına doğru başlamıştım. İki gece o kadar sana daldım ki şiir bile yazamadım, bu iki gece müstesna, ötekileri sana ayrıca yollayacağım. Böylelikle her ay o ayın günü kadar şiirin olacak. Ve aybaşları postaya vereceğim. Küçücük şeyler sana layık değil, ama emin ol ki en duyarak yazdığım, en pürüzsüz olmalarına çalıştığım yavrucuklar.”

Kavuşma, Sonra Özlem

Şiirler belli bir akış içinde kurgulanmıştır ve yapıtta otuz iki şiir yer alır. Her şiirin başında yazıldığı günün tarihi vardır ve şiirler 1945 yılının 20 Eylül ile 14 Aralık tarihlerini içerir.

Yapıtın başında yer alan, adı konmamış ve “Ne güzel şey hatırlamak seni” dizesiyle başlayan şiir ise 1944 Temmuz’unda yazılmıştır. Yâni Nâzım Hikmet henüz kitabı tasarlamadan öncedir; ne var ki anlam ve biçim olarak Saat 21-22 Şiirleri’ne çok uygun düştüğünden, şâir bu şiiri Dört Hapisaneden kitabının başına koymayı tasarlamışken bu şiirlerin başına koymuştur. (Belki, 21-22 Şiirleri’ni yazmasının nedenlerinden biri de bu şiirdir. Şöyle de diyebiliriz, bu şiir kitabın poetikasını belirlemiş olabilir!)

Piraye, Nisan 1944’te Bursa’ya gelmiş, bir hafta kalmış ve Nâzım da kaplıcalarda tedavi görmek (siyatiği, romatizması vardır) amacıyla özel izinle karısıyla özlem gidermiş, karısı gittikten sonra, onun özlemini, ona duyduğu arzuyu, yine bireysel ve toplumsal sorunlarla birlikte ele almıştır:

Ne güzel şey hatırlamak seni:
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken…

Yapıtın öteki şiirlerinde de görebileceğimiz gibi, arzuyla yüklü cinsellik de vardır duyguların, özlem yüklü aşkın yanı sıra:

Yukarı da yapıttaki şiir başlıklarının bir yazılış düzeninden söz ettik (örneğin 20 Eylül 1945 gibi), kitabın başına konan daha önce yazılan şiiri saymazsak, öteki şiirlerin hepsi bu düzendedir yalnız bir tanesinin farklı bir başlığı vardır: 1945 yılı Aralık ayının dördü. O günün özel bir anlamı olduğu açıktır. Yanılmıyorsan şâirin serbest bırakılmasıyla ilgili yâni davasıyla ilgili bir dilekçe ya da başvuru geri çevrilmiştir. (Ki, başta dayıoğlu Kurtuluş Savaşı komutanlarından ve Mustafa Kemal’in yakınlarından Ali Fuat Cebesoy ile avukatı olmak üzere, yerli ve yabancı aydınlar bir hukuk savaşı vermektedir!)

Mektuplaşma sürmektedir, Piraye’nin yazdıkları o gece saat dokuz oldu mu şiire de geçer ve sonra yine mektuplarında bu şiirlerin (dahası tasarladığı kitabın) durumundan söz eder:

“Canım karıcığım,
“Bir karanfilim daha açtı ve sana yolluyorum işte.
(…)
“Senin – zaten hangisi senin değil ki – 21 – 22 şiirlerine devam ediyorum. Ay sonunda Ekim ayınınkileri toplu olarak göndereceğim.”
(…)
“Sevgilim,
“Sende bir mektubum var, hatta iki mektup, birisinde de geçen ayın 21 – 22 şiirleri vardı.
“Sana bugün de ayın 21 – 22 şiirlerinin ilk dördünü, ayın sonunu beklemeden gönderiyorum. Hasretle ellerinden ve dudaklarından öperim.”
(…)
“Senin bu aylık 21 – 22 şiirleri çok az oldu, ama sanırsam keyfiyet bakımından ötekilerden daha iyicedirler. Salı günü sana onları yollayacağım. Onları da aldıktan sonra şimdiye kadarkileri bir kere baştan oku ve hangilerini en çok sevdiğini, tarihlerini yazarak bana bildir. Ben de o tarz üzerinde işleyeyim. Bu seferkilerin sayıca azlıklarına sebep : Senin mektupların arasındaki fasılaların uzaması ve benim hastalığım oldu.”

Mektuplarda Aşk

Bu dönemde, Piraye zaman zaman Bursa’ya Nâzım’ı ziyarete gider; yine kaplıca tedavisi görmek için özel izinle dışarı çıkan Nâzım, karısıyla birkaç gün otelde kalır. Bu ânlar, günler şâir için mutluluk sağanağıdır. Ne var ki Piraye gittikten sonra, büyük bir özlem tufanına kapılır. İnişli çıkışlı ruh durumu şiirlere de yansır. Mektuplarda yoğun olarak karısına olan aşkını, sevgisini okuruz:

“Sevgilim,
“Sizi ne kadar az görebildim, elim elinize ne kadar az değebildi ve nasıl hasretinizle ağız ağza doluyum. Sizi sevmek yaşamak demektir. Sizi tanımadan ve hatta varlığınızın bile farkında olmadan yaşayanların tam
yaşadıklarına inanmıyorum.
“Saygıyla ellerinizden öperim, sevgilim.”
(…)
“Oğlumun mektubunu ona yolla. Artık bende yazacak hal kalmadı. S e n i s e v i y o r u m.”
(…)
“Sevgilim,
“Size bu mektubumun zarfı içinde bir pembe karanfil yolluyorum. Elinize ulaşıncaya dek sararıp solacak, kokusu uçacak. Fakat o odamın penceresinde, demirlerin önünde boynunu güneşe uzatarak açtı ve size ulaşmak için sabırla, umutla, olgunlaşmayı bekledi.”
(…)
“Günün birinde iyi bir şair olursam senin yüzünden olacağım ve bu aşkıma, sevdama bir hayli de minnet hissi katıyor.
“Suzan’ı, İzgen’i, Selma’yı, Memet’i kucaklarım.
“Ellerinden öperim, karıcığım…”

Kuşkusuz mektuplar, daha kişisel olduğu için –sürekli– karısına olan özleminden ve aşkından söz ediyor hiç çekinmeden. Gerçi şiirlerde de vardır mama mektuplardaki kadar yoğun değildir. Belki şiirlerin kamusal bir tarafı olduğu içindir bu. (Her ne kadar o dönem şiirleri yayınlanmıyorsa da yazdıklarının bir kısmı elaltından hapisânenin dışına çıkar, elden ele dolaşır, çoğaltılır ve okunur.)

Genelden Özele, Bireyden Topluma

Yapıtta yer alan tüm bu şiirlerde, “Ölüm ve zafer haberleri içinden” ve yaşı “Kırkı geçmiş iken” karısına, Piraye’ye seslenmektedir. Birey olarak kendini, toplumda konumlandırma biçimi bu şiirlerde çok net olarak ortaya çıkar: “Sevdâsı ile kavgası”nın birlikteliği demiştik. Biçimsel özellikler (yazınsal estetik) bakımından, kendisinin de söylediği gibi özellikle “lirik” şiir yazmayı seçmiştir.

Bursa’da “Demirli bir şilep gibi” yatarken, 1945 yılının sonbaharında Piraye’nin kelimeleriyle, Piraye’nin aşkıyla ve ona duyduğu duygusal ve cinsel özlemle doludur. Cinsel özlem, çoğunlukla “örtük” ve metaforik olarak dile gelir. Meydan yerinde kampana saat 21’de vurduğunda, yalnızca Pirayesi’ni düşünür ve ona dizeler düşer. Piraye’yi düşünme süreci, kendi değişiyle aynı zamanda şiirin yazılma sürecidir. Bu “kısa zaman” şiirin yaratımı açısından kaynaklardan (Kemal Tahir’e yazdığı mektuplar) öğrendiğimize göre, şâiri “tedirgin” de etmiştir.

Büyük bir haksızlığa uğramış, büyük bir şâirin iç dünyası vardır, bu dizelerde. Umudu da kederi de yer alır. Çoğu zaman “dışarıdan gelen”, İstanbul’dan gelen kara haberlerle yanar yüreği:

Tarif kabul etmez, – diyorlar, – İstanbulun sefaleti,
milleti, – diyorlar, – kırıp geçirdi açlık,
verem illeti, – diyorlar, – diz boyu.
Şu kadarcık kız çocuklarını, –diyorlar, –
yangın yerlerinde, sinema localarında…

Piraye’nin yazdığı mektuplar da bu haberlerin kaynaklarındandır hiç kuşkusuz ki, hatta en büyüğü demek yanlış olmaz. Toplumsal sorunlara öfkelendiği gibi, bireysel sorunlar/duyarlıklara da yer verir. Piraye’nin oğlunu (Memet Fuat) kendi oğlu gibi bellemiş ve onun hastalığı için –yalnızca bu şiirlerde değil, daha sonraki yazışmalarda da– kaygılanır; kendisinin haberdar edilmesini ister, Memet için gerekli önlemlerin alınmasını da öğütler. Sanırım 21 Eylül 1945 tarihli şiir bunun kitaptaki en güzel örneklerinden biridir:

Oğlumuz hasta,
babası hapiste,
senin yorgun ellerinde ağır başın,
dünyanın hali gibi halimiz…

İnsanlar, daha güzel günlere insanları taşır,
oğlumuz iyileşir,
babası çıkar hapisten,
güler senin altın gözlerinin için,
dünyanın hali gibi halimiz…

Benzer şekilde, gereksiz yere kıskançlığa düştüğünü de görüyoruz. Karısının kendisine bağlılığını ve sevgisini (aşk) çok iyi bilmesine karşın yine de, kuşkusuz ki içeriye sıkışmanın târifsiz kederinden, bunalımından dolayı böylesine duygularını dile getiren şiirleri (8 Ekim 1945) de vardır:

Hiç kuşkusuz böyle bir tepki çok doğal. Zâten şiirlerin (kitabın) oluşma sürecine baktığımızda şâirin inişli çıkışlı ruh durumunu görüyoruz. Günlük yaşamdaki etkilenmelerle bazen öfkesini bazen sâkinliğini algılıyoruz; bazen coşan, bulutların üstünde dolaşan bazen ümidini yitirmiş yılgın bir adam vardır sanki karşımızda. Yalnızca dışarı çıkmamak düşüncesinden değil, bununla birlikte, bu edimin doğal sonucu olan Piraye’yi görememektir daha çok.

Ama burada konudan uzaklaşarak bir ayraç açmamız gerekir. Çünkü şâirin özel yaşamı, şiirinin konusunu zaman zaman belirlemiştir. Aşkları, kendisine hayran olan kadınların öyküleriyle doludur kitaplar. Bu tür bilgiler, anılar yazınsal özelliği ne kadar belirler bilemem ama herhangi bir yorum yapmadan 11 Eylül 1961’de Doğu Berlin’de yazdığı “Otobiyografi” şiirinden küçük bir öbek alıntılamakta yarar var:

sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Şarlo’ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın

Sonbahar, Ömrünün de Sonbaharı

“Sonbahar” bu şiirlerin omurgasıdır âdeta. Bu sanırım bilinçli bir seçimdir. Çünkü şiirler 20 Eylül’de başlamış 14 Aralık’ta bitmiştir. Yâni olduğu gibi bir sonbahar mevsimi süresinde yazılmışlardır. Son üç şiirde şâirin (ya da şiiri söyleyenin) sâkinliğini –bir anlamda o zaman için– ve “Sonbahar belki bugün bitti artık” dediğini de görürüz. Önü kıştır, onun için hapisânede kış kötü geçecektir, belli; karısı ve kendi çocukları gibi bellediği Piraye’nin küçük kızı ile oğlu için de kötü geçecektir. Parasız ve İstanbul’da üstelik!

Şiirler “kışın başlaması”yla biter; peki, baştan sona süren sonbahar izleği (teması) başka neleri içermektedir? Her şeyden önce sonbahar ölüm ile yaşamın çatışmasıdır. Bu çatışma şâirin kendi sesinde de vardır. Gerçi kış gelecek, her yan beyazla kaplanacak, toprak derin uykusuna yatacaktır. Bir anlamda ölüm gibi, en azından bahara kadar. Öte yandan ömrünün de sonbaharıdır, dolayısıyla doğadaki çatışma onun kendisinde de tinsel olarak ortaya çıkar. Bütündeki anlamın, imgesel anlatımların yanı sıra sözcük olarak da şiirlerde sonbahar sıkça yer alır.

Sonbahar izleğinden söz ederken, sanıyorum 8 Kasım 1945 tarihli şiirin yalnızca tematik açıdan değil, imge kuruluşu açısından da onun şiirinde ve şiirimizde çok önemli bir yeri olduğunu söylemek gerek. Nitekim şiirdeki “telefonun simsiyah kapanması” başka şâirlere (en çok da Attilâ İlhan’a) de imge kuruluşu açısından örnek oluşturmuştur:

Yine bir sonbahar günü (1 Ekim 1945) yazılan bir başka şiirin de çok “farklı” bir özelliği vardır. Son derece duyarlı ve sâkin bir söyleyişin egemen olduğu bir şiirdir. Son iki dizesi olmasa –hele hele o dönem için– Nâzım Hikmet’in şiiri olduğuna inanmak güçtür. Benzersiz bir şiirdir özcesi; daha öncesi pek görmediğimiz imgesel betimlemeler vardır.

Dağın üstünde:
akşam güneşiyle yüklü olan bir bulut var dağın üstünde.
Bugün de:
sensiz, yani yarı yarıya dünyasız geçti bugün de.
Birazdan açar
kırmızı kırmızı:
gecesefaları birazdan açar kırmızı kırmızı.
Taşır havamızda sessiz, cesur kanatlar
vatandan ayrılığa benzeyen ayrılığımızı…

Her Yerde Sen Varsın!

Günlük yaşamın, toplumsal ve bireysel, genel ve özel durumlarının işlendiği anlatımcı özelliği de olan Saat 21-22 Şiirleri’nin öznesi Piraye’dir, yalnızca adının başına eklenmiş “Piraye İçin Yazılmış” ibâresinden değil, içerikte ve düşüncede taşıdığı, hatta diyebiliriz ki şiirin oluşumunda taşıdığı özelliklerden dolayı da bu böyledir.

Karısına olan aşk, sevgi, özlem yoğundur; bu tür duygularla birlikte, şiirlerde Piraye’nin yüceltilişi de vardır:

ekran-resmi-2016-12-12-13-07-29

Bir Yandan da Rubailer

Anladığımız kadarıyla Nâzım Hikmet, başlangıçta tasarladığından daha az sayıda yazıyor Saat 21-22 Şiirleri’ni. Belki o kadarını yeterli buluyor, belki de daha fazlasını yazamıyor, bilemiyoruz ama başlangıçta hemen hemen her gün aynı saatte yazacağını söylüyor (mektupla yazıyor). Kuşkusuz bazı günler de doğal olarak önce yazdığı şiirler üzerine çalışıyor. Bu şiirler sürerken yanılmıyorsam aynı zaman diliminde belki bu şiirlerin sonuna geldiğinden, yâni yıl bitmine doğru Piraye için rubai yazmayı tasarlıyor. Yine o tarihlerde karısına yazdığı bir mektupta konuya ilişkin olarak şöyle diyor:

“Mesela bir cumartesi günü gelir, Pazartesi günü gidersin. Suzan’ın
nezlesi iyileşince, onu yirmi dört saat orda bırakabilirsin, benim hatırım için
kızım da buna razı olur. Bahara kadar tahammülüm kalmadı. Bu hafta yalnız
küçük bir rubai yazdım işte:

Kim bilir belki bu kadar sevmezdik birbirimizi
uzaktan seyredemeseydik ruhunu birbirimizin
kim bilir, felek bizi ayırmasaydı birbirimizden
belki bu kadar yakın olmazdık birbirimize…”

Yukarıdaki bu “küçük rubâi”, daha sonra yazacağı Rubailer kitabının üçüncü bölümünün üçüncü rubâisi olarak karşımıza çıkıyor. Daha sonraki mektuplarının birinde de şunları yazıyor:

“Sevgilim,
“Mektubunu aldım. Sende benim henüz cevapsız bir mektubum daha var, onun da içinde dört tane şiir olacak, bu ayınkiler. Belki bugün cevabın gelir. 21 – 22 şiirleri bitti. Sana göndermediğim üç tane daha vardı, onları da yolluyorum işte.”

Rubailer’i de daha sonra bir kitap bütünlüğünde hazırlıyor; bu kitap, ötekilerde olduğu gibi uzun bir süre tasarı olarak kalıyor ancak ölümünden sonra Türkçe’de yayınlanabiliyor (1966). Klasik biçimle yazılmış olan bu şiirler (zaten adına rubâi diyor), farklı (devrimci), yeni bir düşünsel yapıyı taşıyor:

“Şimdi ‘Piraye’ye Rubailer’ adıyla yeni bir kitaba başladım. 40 tane kadar rubai olacak. Senin aşkına güvenerek şimdiye kadar gerek şark, gerekse garp edebiyatında yapılmamış olan bir şeye, yani, rubailerle Diyalektik Materyalizmi vermeye çalışacağım. Bu işi başaracağımdan eminim, çünkü Mevlana’nın Tanrı aşkına güvenerek ve ondan kuvvet alarak yaptığı şeyi ben senin aşkına güvenerek ve onun yaptığının tamamen tersini yani gerçeğini yapacağım.”

Anlaşılan Saat 21-22 Şiirleri şâire yetmiyor, yani tatmin olmuyor; Piraye için başka şeyler de yazması gerektiğini düşünüyor ya da işte o coşkun yüreği, Piraye’nin “aklının aydınlığına” sorular sormak isteyen bilinci şiir olarak kâğıda dökülüyor. Yine aynı tarihlerde yazdığı dünya edebiyatında bile benzerine pek rastlanılmayan Memleketimden İnsan Manzaraları’nı daha bitirmeden, başlangıçta Piraye’ye ithaf ediyor; tasarı kitabın başına şu ibâreyi yazıyor:

Hatice, Pîrâye Pîrâyende.
Doğum yeri neresi,
kaç yaşında,
sormadım,
düşünmedim,
bilmiyorum.
Dünyanın en iyi kadını,
dünyanın en güzel kadını.
Benim karım.
Bu bahiste
realite umrumda değil…
939’da İstanbul tevkifanede başlayıp
………………………………..biten bu kitap
ona ithaf edilmiştir.

Rubailer ile, her ne kadar klasik bir yapıyı (kalıbı) kullansa da, tematik olarak aşkı başka bir yere taşıdığı gibi şiirde de bir başka dönemece geliyor; daha damıtılmış bir şiir ve imgelem zenginliğiyle karşılaşıyoruz:

İnsan
ya hayrandır sana, ya düşman.
Ya hiç yokmuşsun gibi unutulursun
ya bir dakka bile çıkmazsın akıldan…
(…)
Gün iyiden iyiye ışıdı artık,
tortusu dibe çöken bir su gibi duruldu, berraklaştı ortalık.
Sevgilim, sanki seninle yüz yüze geldim birdenbire:
aydınlık, alabildiğine aydınlık…

Bazı Yapısal Özellikler Üzerine

Şiirin dışındaki bilgiler, belgeler şiirle ilişki kurmamızda bize yol gösteriyorsa da, onlara başvurmadan metnin/şiirin içinde kalarak da şiirle yazınsal bir ilişki kurabiliriz doğal olarak. Şâirin neleri “imlediğinden” çok, bizim anlam olarak nereye gideceğimiz de önemlidir; çünkü “kelimeler” bize yol gösterir. (Tabiî ki kelimelerin/dizelerin/imgelerin yaratıcısı şâirin kendisi.)

Kendimizi şiire ilişkin gerçek ve somut bilgelerden sıyırarak baktığımızda, Saat 21-22 Şiirleri’nin kederle ve sevinçle yüklü olduğunu; kazanılan savaş (faşizmin yenilgisi), sömürüsüz ve hakça yaşanır bir toplum ülküsü, devrim, hümanizm, sonbahar, kadına özlem, cinsellik vb. temaları görürüz. Ne var ki bütün bu temalar “ana” bir temanın (omurganın) içinde yâni Piraye’ye olan aşkta yer alır.

18 İçerik açısından bir bütünün parçaları olan şiirler, biçim açısından da (içeriğe bürünmüş biçim) birbirini izleyen, birbirine el uzatan bir yapıdadır. Ses, uyak, koşuk vb. biçimleri de bir bütünün parçasıdır; birbirleriyle “yakın” ilişkilidir. Örneğin, birkaç sayfa önceki şiirde yer alan dize biçimi, uyak yapısı ya da ölçü; daha sonraki bir başka şiirdekiyle, birkaç gün ya da bir hafta sonra yazılmış olsa da bütünleşir. Onun devamı gibidir.

Gökyüzünün Mavi Sonsuzluğu

3 Eylül 1961 tarihinde yazdığı “Bir Şehirde Tıramvaylarla Yapılmış Gece Gezintileri Üstüne” adlı uzun şiirinde şunu vurgular baştan sona:

İhtiyarlık yalnızlık bir de ben bir de karasevda dördümüz
konuşmadan
yan yana yürüyoruz

İşte kalbini burada yüreği demek daha doğrudur, “hasta” eden, hiç kuşkusuz ki, altmış yaşında da açıkça söylediği gibi “karasevdâ”dır. Bu karasevdâların en özgünü de Piraye İçin Yazılmış Saat 21-22 Şiirleri’dir. 1945 yılının sonbaharında yazılmasına karşın, tam yirmi yıl beklemiş ve Piraye’nin oğlu Memet Fuat tarafından Eylül 1965’te (bir sonbaharda) Türkçede ilk kez yayınlanmıştır.

Şiirimizde ve Nâzım Hikmet şiirinde “benzersiz” bir yeri olan bu yapıttaki, 6 Ekim 1945 başlıklı şiirin, “bütün”deki düşünce ve duygu birlikteliğinin “tipikliği” olduğunu söyleyebiliriz; şiirde geçen bulutların izlerini de belki İstanbul ile Bursa arasındaki gökyüzünün mavi sonsuzluğunda hâlâ görebiliriz:

Bkz. Nâzım Hikmet, (Bütün Şiirleri) Kuvâyı Milliye (1988), Yatar Bursa Kalesinde (1988), Yeni Şiirler (1989), Son Şiirler (1989), Piraye’ye Mektuplar (1998), Adam yay.; Memet Fuat, Nâzım Hikmet, Adam yay. 2000.

Askleipos, Temmuz-Ağustos 2006; Şiir İkizi Arar, Özgür yay. 2011

Yazan: Atilla Birkiye