Memleketimden İnsan Manzaraları Nâzım Hikmet’in ve Türk edebiyatının başyapıtlarından biridir. Binlerce mısradan oluşan bu efsanevi yapıt şiir, roman, sinema, destan gibi türler arasında dolaşır. 1939 yılında Meşhur Adamlar Ansiklopedisi olarak yazılmaya başlanan eser Nâzım Hikmet’in yasaklı olması nedeniyle 60’lı yıllara kadar yayımlanamayacak ve Türk okurlarına gecikmeli olarak ulaşacaktır. Bittiği zaman yayımlanmış olsaydı Türk edebiyatının nasıl etkileneceği ve bu etkiyle nasıl şekilleneceği gerçekten de üzerinde düşünülesi ilginç bir sorudur. Manzaralar her anlamda devrimcidir; deneysel bir arayışın ürünü ve manifestosudur. Nâzım Hikmet bu yapıtını oluştururken şiirin “birkaç sözle çok şey söyleyebilme” özelliğinden ve tiyatro ile sinemanın olanaklarından yararlandığını söyler. Gerçekten de o güne kadar Türk edebiyatında yazılmış en deneysel metinlerden biridir Manzaralar. Ancak anlatım tekniği ya da edebi eleştiri açısından incelenmesi hep ertelenmiştir. Çünkü dile getirdiği Türkiye tablosu o ana kadar telaffuz edilmeyen gerçekleri içermekteydi; özellikle de ezilen halk için, çalışan sınıflar için bu yeni dönemde pek de fazla bir iyileşmenin olmadığı tüm çıplaklığı ile resmedilir. Bu öylesine radikal bir çıkıştır ki yapıtın biçimsel arayışları ve edebiyata getirdiği yenilikleri gölgede bırakır. Nâzım Hikmet de zaten yola böyle bir amaçla çıkmıştır:
“İnsan Manzaraları’nı 1941 yılında Bursa hapishanesinde yazmaya başladım. Daha önce ‘Meşhur Adamlar Ansiklopedisi’ üzerinde çalışıyordum. Ansiklopedimin kahramanları, generaller, sultanlar, seçkin bilginler, sanat adamları, ya da güzellik kraliçeleri, katiller ve milyarderler değil; işçiler, köylüler, zanaatkârlar, ünleri fabrikaların, işliklerin, köylerin ve işçi mahallelerinin dışına taşmamış olan kimselerdi. Alman faşizmi Sovyetler Birliği’ne saldırdı bu sırada. Yaşlı bir gardiyandan haberi öğrendiğimde yüreğimin nasıl titrediğini anımsıyorum. Kendi kendime, ‘Bir yirminci yüzyıl tarihi yazmak gerekli’ dedim. ‘Meşhur Adamlar Ansiklopedisi’, ‘İnsan Manzaraları’na bir bölüm olarak girdi. Ansiklopedinin özlü dili, destanın da üslûbunu belirledi.”
Manzaralar 60’lı yılların ikinci yarısında yayımlanır. Bu yıllarda edebiyata meraklı bir mühendis, Oğuz Atay da Türk edebiyatının bir başka başyapıtı üzerinde çalışmaya başlayacaktır: Tutunamayanlar. Roman o kadar yeni ve farklıydı ki edebiyat dünyasında her dönem farklı tepkilerle karşılaştı. Aradan 40 yıldan fazla geçmesine rağmen bugün bile zaman zaman kimi tartışmalara neden olmaktadır.
Tutunamayanlar ile Memleketimden İnsan Manzaraları arasında büyük bir ortaklık olduğunu düşünüyorum. Her iki yapıt da Türkiye insanını geniş bir bakış açısıyla anlatmayı, bir “memleket resmi” çizmeyi hedefler. Yakından incelendiğinde sadece yazarların amaçları açısından değil biçimsel olarak da bir devamlılık ilişkisi içinde oldukları fark edilecektir. Tutunamayanlar da türlerarası geçişler yapan şiir, tiyatro, masal, destan, ansiklopedi maddesi gibi farklı metin türleri ile örülmüş bir metindir. Manzaralar’da da farklı metin türleri Tutunamayanlar’da olduğu gibi yapıtın temel dokusunu oluşturur. Her iki yapıtta da birden fazla bakış açısından “gerçekler” anlatılır. Manzaralar’da bu bakış açısının değişimi ile sınırlıyken Tutunamayanlar’da farklı söylemler de masaya yatırılır. Bir başka deyişle Oğuz Atay sadece farklı sınıflardan insanların bakış açılarını değil, Kemalizm, Turancılık, Osmanlıcılık, Varoluşçuluk, Batıcılık, yerlicilik gibi farklı düşünce sistemlerini ve yaklaşımları da karakterler haline getirir, onlarla oynar, ürettikleri söylemlerin altını oyar. Yazarın işlek kaleminden kendisi de kurtulamaz, belki en çok kendisi nasibini alır. İroni kendi üzerine kapanır, yaratıcı yazarın otoritesi sarsılır.
Atay “insanımızın” ruh durumunu yansıtmayı amaçladığını söyler. Tıpkı Nâzım gibi onun da amacı “sıradan insanlar” üzerinden Türkiye’nin bir kesitini sunmaktır. Farklar elbette benzerlikler kadar yoğundur: Atay’ın sıradan insanları mutsuz veya başarısız küçük burjuvalar, küçük memurlar, bürokratlar, taşralılar, köy kökenli şehirlilerdir. Ama sınıfsal özelliklerinden çok ruh durumları etkilidir bu “ansiklopedi”ye girmelerinde. Akıp giden hayatı etkileyemezler, sahnenin dışındakilerdir onlar, kenarda kalmış olanlardır, fark edilmeyenlerdir, değer verilmeyenler, tutunamayanlar… Bir anlamda ezilenlerdir onlar ama mesele sadece sınıfsal sömürü değildir. Kültürel bir savaşın kaybedenleridir Tutunamayanlar… Atay ayrıca Türkiye’nin Ruhu adını verdiği daha geniş çaplı bir kitap projesinden de söz eder günlüklerinde. Üstelik bu çalışmanın ortaya çıkma sürecinde Nâzım’ın yakın dostu Kemal Tahir ile yakınlıkları ve çatışmaları olduğu da not etmek gerekir.
Oğuz Atay Nâzım’dan ne ölçüde etkilenmiştir, Manzaralar hakkında ne düşünmüştür, bilmiyoruz. Çünkü Atay’ın Nâzım Hikmet hakkında doğrudan yazdığı bir metin yok bildiğimiz kadarıyla. Sadece Memet Fuat’ın aktardığı bir anekdot var:
“De Yayınevi’nde üstüme üstüme gelen Oğuz Atay’ı hiç unutmam… Nâzım Hikmet dışında hiçbir yazarımızın Türk yazını dışında kendine yer bulamayacağını söylüyor, ben direndikçe ad vermemi istiyor, verdiğim her ada karşılık da dünyanın en büyük yazarlarından birkaçını art arda sıralayarak ‘Bunların arasına mı koyacağız?’ diye soruyordu.”
Memet Fuat’ın bu satırlarını okurken, Oğuz Atay’ın ruh durumunu hayal etmeye çalıştım. Aslında Nâzım’ın ruh durumuna ne kadar da yakın… Oğuz Atay günlüklerinde de yazar, geç başladığını, geciktiğini… Kemal Tahir’e yazdığı mektuplarda Nâzım’ın da benzer ruh durumlarına tanık oluruz.
“Sana bir şey söyleyeyim mi, Kemal, bu kitabı [Harp ve Sulh] ben bu kitabı 22 yaşındayken okumuştum. Fakat ancak şimdi 40 yaşında tekrar okuduğum zaman azametini anlıyorum. Sonra çok garip bir keder düştü içime, ben de böyle bir kitap yazabilirdim, Kemal, yani Tolstoy çapında bir yazıcı olabilirdim, fakat hesabıma göre kaybolmuş 18 senem var. Bu 18 sene memleketlerimiz arasındaki sosyal şart farklarından geliyor. Yani ben 22 yaşımda, Tolstoy’un yaptığı işi 40 yaşımda anladığım gibi apaçık anlayabilseydim, şimdi o ayarda bir iki kitabım olurdu? Niye anlayamadım? Sebebini söyledim. Mamafi, ahdettim bu 18 seneyi beş altı sene içinde aşmaya çalışacağım. Manzaralar bittikten sonra birinci romanı cesaretle ve umutla yazmaya söz veriyorum.”
Bu gecikme kişisel bir mesele değildir, “biz”im gecikmemizin bir sonucudur. Ülkenin sorunudur. Üçüncü dünyada -Jameson’ı haklı çıkarmak istercesine- bireyin/yazarın sorunu asla kişisel olarak kalamaz, yaşadığı ülkenin sorunu ile tanımlıdır. Bu bakış açısına göre “Birey birey olarak kalamaz, kültürün içinde erir, kişisel meselesi kültürün meselesi haline gelir. Yazdıkları da bu nedenle alegorik olmak zorundadır.” Bu tespit bence yirminci yüzyıl Türk Edebiyatı için daha fazla geçerlidir. Çünkü son yarım yüzyılda edebiyatımız daha önce olmadığı kadar çeşitlenmiş ve derinleşmiştir. Daha fazla yazarımız dünya edebiyatının birer parçası haline gelmişlerdir. Orhan Pamuk bu yazarların başında gelir. Gerçi onun edebiyatında da bu alegorik olma meselesinin bir endişe olarak devam ettiği ve Pamuk’un bu endişeyi edebiyatında üretken bir gerilim hattı olarak kullandığını söyleyebiliriz.
İki binli yıllara geldiğimizde bir başka yazar, Ayfer Tunç tıpkı Nâzım Hikmet gibi kolları sıvayacak ve 300 civarında karakter üzerinden bir memleket resmini çizmeye çalışacaktır. Balkanlar’dan Kafkaslar’a uzanan bir coğrafyada 1900’lerden günümüze kadar gelen zaman içerisinde kaynaşan, yer değiştiren, yaşayan, umut eden ve acı çeken insanların hikâyesini anlatır Tunç. Nâzım Hikmet memleketi anlatmak için tren metaforunu kullanır. Halk farklı vagonlardaki yolculardan oluşur. Bir yere doğru gidilmektedir, evet ama herkesin koşulları farklıdır. Kimi yemekli vagondadır kimi mutfakta çalışmakta kimi ceza görmek üzere bir başka şehre nakledilmektedir. Tren metaforunun Atay’daki yankısı başka bir yazının konusu olmayı hak edecek denli önemlidir: Atay, Demiryolu Hikâyecileri: Bir Rüya‘da sınıfları iyiden iyiye ayrıştırır, “yazar”ın konumunu istasyona çeker örneğin. Bir noktadan sonra da yazarın yalnızlığı tüm hikâyeyi ve hatta tüm metni yutar. Ayfer Tunç kuşkusuz Oğuz Atay’la çok daha yakın bir ilişki içindedir. Şöyle diyecektir “Oğuz Atay: Bir Tür DNA” yazısında:
“1981’in o kış gününde, nasılmış bakalım diye başyapıtını okumaya başladığım Oğuz Atay’ın dört yıl önce ölmüş olduğunu, gelecek yıllarda kuşağımın birçok yazarı gibi ondan besleneceğimi, hatta bize ondan bir tür gen, bir tür DNA geçeceğini, bizim de bunu bizden sonraki kuşaklara geçireceğimizi bilmiyordum. “Tutunamayanlar” sözcüğünün bir tür ruh ortaklığı ifade edeceğinden, biri birine Tutunamayanlar’dan bahsettiğinde, bunun anlamlı bir frekansta buluşmak anlamına geleceğinden haberim yoktu.”
Nâzım Hikmet tarihi, muktedirlerin değil adı olmayan, ezilen insanların, hikâyesini anlatamayanların gözünden bir Türkiye tarihi yazmak ister. Yazmaya başladığında Kemal Tahir’e mektuplarında Meşhur İnsanlar Ansiklopedisi diye söz eder eserinden. Benzer bir arzu bir kaç on yıl sonra başka bir yazarda da kendini gösterecektir. Oğuz Atay Tutunamayanlar adlı kült romanının içinde bir “Tutunamayanlar Ansiklopedisi” yazacak, sıradan insanın zayıflıklarını, hayal kırıklıklarını ama en önemlisi harcanıp giden yaşamları ironik bir dille kaleme alacaktır. Ayfer Tunç’un Bir Deliler Evi bu iki yapıtın zamanımızdaki sentezi gibidir. Hem Memleketimden İnsan Manzaraları gibi tarihsel ve toplumsal kaygılarla üç yüzden fazla karakterin hikâyeleri yüz yıllık bir zaman dilimine ve Balkanlar’dan Rusya’ya uzanan geniş bir coğrafyaya yayılır; hem de bakış açısı çoğu zaman ironiktir, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını ustaca anıştırır. Artık memleket metaforu bir hedefe giden tren değildir. Hareket mi bina mı? Devinim mi durduğu yerde çürüme mi? Yazar zihnini kurcalayan bu soruların cevabını Bir Deliler Evi‘nde bulacaktır. Hem devinimdir hem de bulunduğu yerde çürümekte olan bir yapıdır memleket. Bir Deliler Evi, Karadeniz kıyısında sırtını denize dönmüş bir binadır. Adı üzerinde bir akıl hastanesidir. Ülke bir deliler evidir artık. Ama sadece çürüyen, yozlaşan bir yer değildir. İçinde birbirinden renkli insanların bulunduğu bir yerdir. Birbirine dokunan yaşamlar çiçek dürbünündekilere benzer şekiller ortaya çıkarırlar. Yüzlerce karakterin hikâyesi anlatılır bu romanda. Başkişisi olmayan ya da Deliler Evi’nin kendisi olan bir romandır bu. Bin Bir Gece Masalları gibi birbirinin içinden doğarak zaman ve mekân içinde yayılır hikâyeler.
Sonuç olarak büyük yapıtlar sadece yazarlarının hayalgücünden ve kişisel deneyimlerinden beslenmezler. Büyük yapıtların büyüklüğü içlerinde taşıdıkları diğer yapıtlarla belirlenir.