Nâzım Hikmet ile Don Quijote: İki Yaratıcı Asilzadenin Arzu Serüvenleri

Konuşmacı: Mahmut Temizyürek
Tarih: 6 Nisan 2015
Saat: 16:00-18:00
Yer: Demir Demirgil Salonu

Konferans ücretsiz ve herkese açıktır.

Yayımladığı 1605 yılından bu yana, dünya edebiyatının yönünü belirlemiş olan Cervantes’in yazarlığı değildi yalnızca tartışılan, “üvey babasıyım” diyerek yarattığı Don Quijote karakteri ve bu karakterin farklı zamanlardaki edebi ya da toplumsal benzerleri de tartışma konusu oldu; 400 yıl boyunca, şu ya da bu nedenle. Üstelik kitabın ilk cildinin yayımlandığını duyan başkahramanı, konakladığı bir handa kitabı şöyle bir gören Mahzun Yüzlü Şövalye’nin kendisiydi tartışmacıların ilki. Don Quijote hakkında yazılan Kitabı şöyle bir karıştırıp beğenmemiş, yazarı Cervantes’i ağır sözlerle, -yalancılık, özensizlik, saygısızlık ve cahillikle- suçlamıştı. Bu sözler de yaz(g)ısına mahkûm bir kişilik olarak gene kitap içinde geçiyordu. Şövalyelik edebiyatını bir parodiye dönüştüren kitaptaki Don Quijote zengin yorumlara ilham veren bir örnekti artık. O ise kendisini –örneğin bir yerde- en mütevazı haliyle şöyle tanımlıyordu: “Sayın Berber, ben sular tanrısı Neptün değilim. Akıllı olmadığım halde kimsenin beni akıllı sanması için de uğraşmıyorum. Ben sadece dünyaya, gezgin şövalyelik tarikatının sancaklarının dalgalandığı o mutlu çağı canlandırmamakla düştüğü büyük hatayı anlatmak için uğraşıyorum. Fakat bizim yoz çağımız…” Hakkında yazılanlara öyle bir itirazı vardı ki, birçok serüveni unutulsa da bu sözler unutulmadı; bazıları bu itirazı doğrudan benimsedi.

Nâzım, Don Kişot’u örnek alarak çıkmamıştı yoluna. 1947’ye kadar kitabı okuduğuna dair de açık bir işaret görülmez. Ama o gençliğinden bu yana, önce “fedai ruhlu” sonra da “Don Kişot karakterli” bir devrimci sayıldı. Bu yargılardan hiç gocunmadığı gibi, “yürekte çarpan (bir) akıl”la sahiplendi “ölümsüz gençliğin şövalyesi”ni. Nâzım, “Don Kişotluk ettiği” zamandan bu yana kendince şöyle biriydi: “Bir dev gibi seviyordu dev. /Ve elleri öyle büyük işler için / hazırlanmıştı ki devin,”. Ayrıca Don Quijote’nin “bu yoz çağ” dediği kapitalizme karşı üstlendiği görev ile Nâzım’ınki içerikte aynıydı. Don Quijote’nin “mutlu çağ” diye bildiği, geçmişte kalmış, bugünse acilen kurulması gereken komünal ütopya “altın çağ”ın bir benzerine Nâzım, varılacak olan “komünizm çağı” diyordu. Bu uğurda, tıpkı yaşlı şövalye gibi, 19 yaşından bu yana bu çağın gerçekleşmesi için bütün yaşamını adıyordu. Ortak mottoları şuydu: İyilik, doğruluk, güzellik, haklılık için savaşımda “şerefle” yaşamak.

Nasıl olmuştu da “paşazade” Nâzım, hem yazdıklarıyla hem yaşamıyla kendisinin de açıkça söylediği gibi “Don Kişot’a benzemişti; ( “ama, dıştaki Don Kişot’a”.) Türkiye’yi ve dünyayı yaklaşık 100 yıldır yazıp yaptıklarıyla etkileyen gerçek bir “şair*kahraman” karakter ile 400 yıldır modern bilinci her yönüyle meşgul eden hayali (üstelik deli) bir kahramanın karşılaştırmasını yapmaya kalkışmak, delilik değilse, öncelikle hangi mantığa sığıyor? Karşılaştırmaya çalışsak; bizden önce ne söylenmiş, biz ne söyleyebilir oluruz? Konumuz kısaca budur.

NH2mt

 

Poster Tasarımı: Burak Şuşut

 

Bilmediğiniz Shakespeare, bildiğiniz kelimelerle Shakespeare Akıntıya Karşı Sempozyumu’nda.

shakespeare contemporaryBugün, futbol kültürüyle özdeşleşmiş “Fair Play” kavramını 1610’lu yıllarda ilk kez Shakespeare’in kullandığını kim tahmin edebilir? Ya da V. Henry’de kullandığı “heart of gold” (altın kalpli) deyimini bizzat kendisinin icat ettiğini?

William Shakespeare, yalnızca dünya edebiyatında çığır açan bir yazar değil; aynı zamanda İngilizce’ye 2000’nin üzerinde kelime ve deyim kazandırmış yaratıcı bir beyin.

1-2 Nisan’da Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirilecek olan Shakespeare Akıntıya Karşı Sempozyumu, İlkay Yıldız ve Emek Kalfa’nın Shakespeare Contemporary adlı mini sergisine de ev sahipliği yapacak.

Shakespeare’in icat ettiği ve ilk kez oyunlarında kullandığı kelime ve deyimlerin illüstratif tasarımlarından oluşan sergi, 1-2 Nisan tarihlerinde Boğaziçi Üniversitesi Özger Arnas Salonu’nda görülebilir.

Etkinliğin detaylarına Facebook’tan ulaşabilirsiniz:
https://www.facebook.com/events/1586390331633240/

love is blind

Konuşmacılar: Nüket Esen, Halim Kara, Murat Gülsoy
Moderatör: Zeynep Uysal
Mekân: Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi Oryantasyon Odası
Tarih: 1 Nisan 2015
Saat: 16:00

51. Kütüphane Haftası etkinlikleri kapsamında, Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi ile Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi’nin birlikte düzenlediği panelde, Nüket Esen, Halim Kara ve Murat Gülsoy kitap yazma ve okuma deneyimlerini sorgulayacak. Etkinlik herkesin katılımına açık ve ücretsizdir.

NHlib

Poster Tasarımı: Burak Şuşut

 

IMG_9387

Ayfer Tunç ile Murat Gülsoy’un az bilinen başyapıtları incelediği Diyaloglar etkinliklerinin üçüncüsü, Fikret Ürgüp’e odaklanıyor. Saint-Michel Lisesi Jeanne d’Arc Salonu’nda, 25 Mart Çarşamba günü saat 19:00’da başlayacak olan etkinlik, herkesin katılımına açık ve ücretsizdir.

Ruh hekimi, hikâyeci, ressam…
Çağımız insanının yabancılaşmasını mecazlarla, alegorilerle, izlenimlerle anlatan bir usta kalem.

SM&Bogazici_Diyaloglar(3)_POSTER_1

kapak-butun-hikayeler-fikret-urgup“Çivili Sandıklar” hikâyesinin yazarı Fikret Ürgüp çivisiz ve sandıksız yaşamıştı ömrü boyunca. Nesi varsa ortadaydı. Açık seçik, sahici…Yaşarken de ölürken de… Şizofreni dünyasında yaşayanların kırılganlıklarında… Ahmet Hamdi Tanpınar’ın mektuplarında ve bakışlarında… Kışta… PortakaMa… Lautreamont’da… Mina Urgan’ın gözyaşlarında… Behçet Necatigil’in odasında ve anlayışında… Özdemir Asaf’ın telaşında… Nerval’in “Aurelia”sında… Sait Faik’in yaşama sevincinde ve daha çok yaşayabilmesinde… Asaf Halet Çelebi’nin rengarenk sakinliğine sızan münevverliğinde… Cahit Irgat’ın kardeşliğinde… “Karanlığın Günü”nde… Yeditepe’de… Sabahattin Eyüboğlu’nun kısa metrajlı övgüsünde… Ahmet Oktay’ın “Gizli Çekmece”sinde… Düşlerinde, düşüşlerinde, düşkünlüğünde, düşünürlüğünde… Nesi varsa ortadaydı. Açık seçik, sahici…

11 Mart Çarşamba günü saat 16:00’da, Rektörlük Konferans Salonu‘nda gerçekleşecek olan ilk Yazar & Şair Buluşmaları etkinliğinde, küçük İskender sevenleriyle buluşarak ellinci yaşına özel olarak hazırlanan Elli Belirsiz kitabından şiirler okuyacak.

NHKSAM- kucuk-iskender-poster-1000

küçük İskender hakkında:

küçük İskender 1964 yılında İstanbul’da doğdu. Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi son sınıfında okulu bıraktı. Ardından İstanbul Üniversitesi Sosyoloji bölümüne girdi, 3 yıl sonra bıraktı. 1980’li yıllardan başlayarak günümüze kadar çeşitli dergilerde şiirler, eleştiriler, denemeler yazdı. İlk şiiri Milliyet Genç Sanat Dergisi’nde, İskender Över ismiyle çıktı. Profesyonel olarak 1985’te Adam Sanat Dergisinde şiirleri yayımlanmaya başladı.

Kimi çıkan antololojilerde şiirleri basıldı. Kanada’da çıkan Descant adlı edebiyat dergisinin Türkiye özel sayısında, ABD’de ise Murat Nemet Nejat’ın ‘eda’ kavramında yoğunlaştığı Türk şairleri antolojisinde kendine yer buldu. İtalya’da düzenlenen Avrupalı Genç Şairler Yarışması’nda (La Giovane Poseia D’europa Nel 1999) ilk ona girdi ve şiirleri bu şairlerle kitaplaştırıldı.

2000 yılında Orhon Murat Arıburnu Ödülleri’nde Bir Çift Siyah Deri Eldiven adlı şiir kitabıyla birincilik aldı. 2001 yılında Almanya’da, 2002 yılında Hollanda’da çeşitli şehirlerdeki etkinliklerde, 2005’te Avusturya’da, 2007’de Makedonya’da, 2008’de İsveç’te konuşmacı olarak ve şiir performanslarıyla kendini dile getirdi. 2003 yılında Berlin’de düzenlenen İlk Türkiyeli Eşcinseller Kongresi’nde bu konudaki bildirisini okudu. 2004’te NewYork’ta ve Kuzey Coralania’da üniversitelerde konuşma yaptı ve tek kişilik okuma gecelerine konuk oldu. 2006’da İskender’i Ben Öldürmedim adlı şiir kitabıyla Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü’nü kazandı. 2014’te 7.si verilen Erdal Öz Edebiyat Ödülü küçük İskender’e verildi. Jüri ödülün gerekçesini “Türk Şiiri’ne getirdiği özgün soluk ve şiir dilinin geliştirilmesinin yanı sıra otuz yıl boyunca tavrındaki tutarlılık” olarak özetledi.

Poster Tasarımı: Burak Şuşut

 

yasar-kemal

Yaşar Kemal öldü. Ya da, daha doğrusu, sonsuzluğa yürüdü. Bunu yazarın ardından büyük laf etmiş olmak için söylemiyorum. Ortaya koyduğu eserin nicelik ve niteliği bunu söyletiyor. Bu eseri ortaya koyan bir yazarın kolay kolay unutulacağını, azımsanacağını düşünebiliyor musunuz?

Pek çok kişi gibi ben de Yaşar Kemal’i çocukluğumdan, ilk gençliğimden beri aç kurt gibi, yuta yuta okuyorum. Ancak “Bir Ada Hikâyesi” dizisiyle yaklaşık 10 yıl önce tanıştım ve o zamandan beri, bu coğrafyada bin yıl sonra yaşayacakların, Yaşar Kemal’i bizim Homeros’u anımsamamız gibi anımsayacağına inanıyorum. Bu konuda makaleler yayınladım ve daha kapsamlı bir kitap yayınlamayı da hedefliyorum. Ancak her şey bir yana, Yaşar Kemal’in, birçok romanında yavaş yavaş geliştirdiği bir toplumsal bellek modelini “Bir Ada Hikâyesi” ile kemale erdirdiği kanaatindeyim. Bence bu dörtlü, geçmişi nasıl hatırlayacağımız ve bugünden geleceğe uzanan yaşamımızı nasıl tahayyül edebileceğimiz üzerine bir kılavuz. Peki bu kılavuzu, dille ilgili şu sözleri söyleyen yazarın yaratmış olması şaşırtıcı mı:

“Dili her zaman diyalogdan öte, yenemeyeceği güç olmayan büyülü bir araç saydım. Araç demek bile dilin gücünü küçültüyor. Dil benim için sonsuz gücü olan, büyük bir evrendi. Şimdi de dilin gelişerek, insanlığı, evrenimizi yenileyeceğine, geliştireceğine, güzelleştireceğine, evrenler kurup evrenler yıkacağına inanıyorum.” (Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor, s. 85.)

Bir ada hikayesi

Bu sözleri, Yaşar Kemal’in şiirsel dil kullanımına ve yaratıcı zekasına selam olsun diye alıntılamıyorum. Bence bunlar yazarın emek emek ulaştığı, yazdığı her yeni satırla keskinleştirdiği bilinçli dil kuramının ifadesi olarak okunmalı. Nitekim bu konuda yalnız değil. Yaşar Kemal’in Paul Ricoeur, Richard Rorty ya da Hayden White okuyup okumadığını bilmiyorum ama bu düşünürlerin aşağıya alacağım şu sözleri, yukarıdaki Yaşar Kemal alıntısıyla sohbet ediyorlar, birlikte tınlıyorlar diye düşünüyorum:

“Dünya, okuduğum, yorumladığım ve âşık olduğum her türden edebi ve edebiyat dışı metin tarafından açılmış göndermeler setinin bütünüdür.” (Paul Ricoeur, Time and Narrative, 1: s. 80.)

“Kurmacanın dünyası bizi gerçek eylem dünyasının ta merkezine taşır.” (Paul Ricoeur, Hermeneutics, s. 296.)

“Toplumları bir arada tutan ortak söz dağarları ve ortak umutlar ile acı ve aşağılanmanın belirli türlerinin ayrıntılı betimlemeleridir.” (Richard Rorty, Contingency, Irony, and Solidarity, s. 86 ve 192.)

“Yaşam, bir tek değil de, birçok farklı anlam taşıdığında daha iyi yaşanacaktır.” (Hayden White, Tropics of Discourse, s. 50.)

Bütün bu cümleler elbette Yaşar Kemal için söylenmedi. Ama söylenebilirdi. Bu alıntıların her birini, bir Yaşar Kemal incelemesinin alt bölümlerinde epigraf olarak kullanabilirsiniz. Çünkü bunlar da, Yaşar Kemal’in yukarıdaki dille ilgili anlatısında olduğu gibi dil, edebiyat ve anlamın imkânlarına, imkânlılığına dair bir umudu kerteriz alıyorlar. Bu söylediklerimi desteklemek için “Bir Ada Hikâyesi”nin ikinci kitabı Karıncanın Su İçtiği’nden bir alıntı yapmak istiyorum. Burada Çanakkale’de bir bacağını kaybeden Ali Çavuş, yine aynı savaşta bir gözünü yitirmiş silah arkadaşı Kör Salih ile ortak durumlarını ironik ve alaycı bir biçimde şöyle anlatır:

“O da bizden, Çanakkalede canını nasılsa kurtaranlardan. Bir kurşun sağ gözünü almış götürmüş, İngiliz kumandanına vermiş. İngiliz kumandanı da bakmış bakmış da, lalüebkem kalmış, tevatür, demiş, dünya cihangiri İngilizde böyle güzel bir göz yok, olamaz da demiş. Benim şu bacağımı kesip de İngiliz kıralına götürdüklerinde, kıral breh, breh, breh, demiş. Şaşkınlıktan gözleri pörtlemiş. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir kesik bacak olamaz. Şu görkemli bacağı alın da sarayın has bahçesinin ortasındaki höyüğün tepesine dikin. Yöresini de binbir tane mumla aydınlatın ki, bu bacağa yeryüzü, gökyüzü ve hem de bilcümle mahlukat hayran kalsın, demiş. İngilizler de kırılmış gibi benim bacağımı seyrediyorlarmış gece gündüz.” (s. 266)

Siz hiç Çanakkale Savaşı’nın böyle, geyik muhabbeti tadında anıldığını gördünüz mü? Ama tam da böyle anılmalı işte! Elbette geyik muhabbeti olarak değil, çünkü buradaki temsilin geyik muhabbetiyle hiç ilişkisi yok. Bu konu burada olduğu gibi, bir savaşta kolunu, bacağını ya da organlarını değilse bile psikolojik bütünlüklerini yitirmiş insanların, bu kayıpla mücadele biçimleriyle anılmalı. Bu hem gerçekçi hem umut verici olur. Çünkü pek çok savaş mağduru böyle şeyler söylemiş, kendi yarasıyla, belki o yarayı kanata kanırta alay etmiş olabilir. Kayıpla böyle başa çıkmaya çalışmış olur. Öte yandan biz bu olası temsili, yani imgeleme dayalı kurmacayı okuduğumuzda, savaşı bir anlamsızlık, bir absürdite olarak düşünürüz. Sahi Ali Çavuşların kopan bacakları, Salihlerin çıkan gözleri sizin ne işinize yarar, savaşperestler? Çok mu lâzım o bacak, o göz size de, sahiplerinden koparıp alıyorsunuz?

yasar-kemal-gencAslında “nasıl hatırlamalı?” ve “hangi imgelem?” sorularına bir cevap olan bu Ali Çavuş alıntısı, kuramsal ya da felsefi bir bağlantıyı da çağırır: Paul Ricoeur’ün metafor üzerine kitabı, La Métaphore Vive. Ricoeur için metaforlar sadece, dinleyici ya da okuru onları yorumlamaya zorladıkları için değerlidirler. Metafor bir yorumlama sürecine yol açar. Metaforu yorumlamak için üretilen yorum da, en sonunda ulaşılacak bilginin bir parçası olacaktır. Metafor, dünyanın nesnel olayları ile onları yorumlayan bireyin öznel yorumunun birleştiği bir dil noktasıdır. Ricoeur bu noktaya “olarak görme” süreci sayesinde ulaşıldığını düşünür. “Görmek” sadece bir deneyimdir. Oysa “olarak görmek” bir deneyimle bir eylem arasında durur; ya da aynı anda hem bir deneyim hem de bir eylemdir. İnsan kör değilse görür ama ya “olarak görür” ya da görmez. Bu doğrultuda yukarıdaki Ali Çavuş alıntısında göndermede bulunulan savaşı ya “yaşamın reddi” olarak görürüz ya da görmeyiz.

Konu çok uzun ama Yaşar Kemal’in nasıl anımsadığını ve anımsamasını imgeleminde nasıl dönüştürdüğünü biraz açmak için bir örnek vermek istiyorum. 1923 doğumlu Yaşar Kemal’in ailesi 1915’te Rus ordusunun ilerleyişi üzerine Van Gölü kıyısındaki Erniş köyünden göç ederler. Bu zorlu bir göçtür ve kafile Van, Diyarbakır ve Mardin üzerinden daha güneye, çöle doğru ilerlerler. Yaşar Kemal, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor başlıklı kitapta bu göç sırasında ailenin başına geleni şöyle anlatır:

“Ekinler başaktaydı. Sapsarı tarlalar dağlardan çöllere kadar uzanıyor, dünya sarı kıvılcımlar içinde çalkanıyordu. Göçmenler yola dökülmüş yürürlerken iki cephe arasında kaldıklarını geç anladılar. Sağdan soldan, önden arkadan yağmur gibi kurşunlar yağıyordu. Göçleri uzun bir göçtü, binlerce insan üst üste yığılmışlar, dört yandan gelen kurşunlardan nasıl sakınacaklarını bilemiyor, dönüp duruyorlardı. Uzaktan gelen top sesleri de gittikçe onlara yaklaşıyordu. O gece oldukları yerde kaldılar. Yerlerinden kıpırdayamadılar. Arada sırada karanlığın içinden çığlıklar geliyor, kimin öldüğü, kimin kaldığı bilinmiyordu.
Tanyerleri ışıdı ışıyacak bir top güllesi geldi kalabalığın ortasına düştü. Çığlıklar, parçalanan kollar bacaklar. . . . Dört yandan da hem top mermileri, hem de kurşun yağıyor. Kalabalık can havliyle bir açılıp bir kapanıyor. Kurşunların arkasından da bir yangın başlıyor. Bir ateş düşmüş düz ovaya, kaptırmış, hızla dört bir yandan saldırıyor. İnsanlar, kurşun, top yağmuru altında, bir de dört yanı sarmış gelen ekin yangınının ortasında… Dön ha dön… Çığlıklar, ağlamalar, inlemeler…
Anam derdi ki: ‘Nasıl kurtulduğumuzu daha bilemiyorum. O zaman da nasıl yangından çıktığımızı düşünmüş düşünmüş bulamamıştık.’” (Yaşar Kemal, 1997, 24-25)

Öte yandan Yaşar Kemal, annesinden dinlediği bu anıyı dönüştürerek Karıncanın Su İçtiği’ne almış ve bir metafor haline getirmiştir:

“Savaşın sesi çölün dört bir yanından çöl fırtınası yoğunluğuyla, çöl fırtınasıyla, hortumlarıyla birlikte geliyordu. Yukardan, dağlardan ceren sürüleri aşağı çöle doğru süzülüyorlar, geniş, kol kol, kırmızı bir sel gibi hızla akıyorlardı. Çölün ucuna inince seslerden ürktüler, birbirlerine karışıp karman çorman oldular, üst üste bindiler, sonra çözüldüler, gene akmaya başladılar. Kıyasıya savaşan askerlerin siperlerine gelince gene darmadağın oldular, siperleri geçince toparlandılar ya, savaşanların tam ortasına düştüler. Her yandan üstlerine yağmur gibi kurşun, top gülleleri yağıyor, cerenler de nereye gittiklerini bilmeden gittikçe, can havliyle hızlarını arttırıyor, havada geniş yaylar çizerek atlıyor, bacakları bükülerek yere iniyor, iner inmez de uçarcasına gene yaylar çiziyorlardı. Kurşunu yiyenler kumların üstünde hüzünlü büyük kara gözleriyle bir bebek ölüsü gibi kıpırtısız uzanıyorlardı.” (s. 332)

Cerenler vurula öle bu savaş meydanından kurtulmaya çalışır ama kurtulamazlar. Kaderlerine razı olarak sürü halinde yere çöktükleri bir anda savaş kesilir ve bundan istifade eden cerenler kaçıp giderler. Onların ardından savaş yeniden ve bu defa süngü savaşı olarak başlar. Yazar, savaşın sonunu şu cümleyle verir: “Çölün kumları üstünde asker ölüleriyle ceren ölüleri yanyana, kucak kucağa yatıyorlardı.” (s. 334) Ailesinin geçmişinden gelen bir anıyı ceren sürüsünün ayrıntılı yok oluşuna dönüştüren yazar, bir dizi bilişsel metafor üzerinden savaşı ölüm, anlamsızlık ve yaşamın reddi olarak görmemizi sağlar. Tarih kitaplarında görülemeyen ama bir an düşündüğümüzde imkânlılığının kolayca farkına varabileceğimiz savaşın yok ediciliği görünür ve unutulmaz kılınmıştır. Yani Yaşar Kemal, kolektif bellekte devletin ya da resmi söylemin oluşturduğu savaşla ilgili kurumlaşmış bağlantıyı kırmış ve hakim anlatı açısından tehlikeli, riskli bir yeni bağlantı kurmuştur. Bu, hayata açılan bir bağlantı olacaktır.

Bu küçük yazıyı, Yaşar Kemal’den bir alıntıyla sona erdirmek istiyorum. Bu alıntı, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor’dan. Bu kitap için Yaşar Kemal’e yazılı sorular yollayan Fransız yazar Alain Bosquet, “Batı’da çocukluktan başlayarak gizem ve düş gücünün hızla yok olduğunu ve yerlerini akıla ve gerçekçiliğe bıraktıklarını düşünürüz,” der Yaşar Kemal’e. Yaşar Kemal’in cevabı ilginç olur:

“Gizem ve düş gücünün batıda hızla yok olduğuna beni inandıramazsınız. Size büyük sevgim ve inancım var, bu kadar sert konuşurken doğrusu çok üzülüyorum, gizem ve düş gücünün bitmesi, insanlığın insani yönünün, en önemli bir yerinin çökmesi, hastalıkların başlaması demektir. Bunu nasıl söylersiniz? Yani bir yerlerde insanlık çöktü de insanlığın yerine insana benzer kimi yaratıklar mı geldi, diyorsunuz. . . . Düş gücünü yitiren insanın hiç umudu olur mu? Umut, düş gücünün yarattığı ve insanoğlunun sahip olduğu en büyük değerlerden birisi değil mi? İnsan umut yaratmadan yaşayabilir mi? . . . Düş gücünü, insan gizeminin en derin yerine inmeye uğraşan, Dostoyevskiyi keşfeden bir ülke, yani Avrupa, düş gücünü, insan gizemini nasıl yitirir, o yitirdiği başka bir şey olacak. Avrupa bunu bulacak, üzülmeyelim. Belki de bu kuraklık geçici bir şey.” (1997, 79-80)

yasar-kemal-portreDüş gücü, insan gizemi ve bunların ilişkisinden doğan umut. Bunlar hikâye anlatıcısı Yaşar Kemal’in sanatında kullandığı malzemelerdir. Her romanında, her eserinde bunlarla yeniden karşılaşırız. Yazar Bosquet’e verdiği ayarı her defasında bize de verir aslında. Yepyeni, savaşa ve ölüme düşman, barışa ve yaşama açılan bir anımsama ve imgelemi oluşturmak için ilham alır, enerji devşirir ve yola düzülürüz. Homeros’umuzun, Yaşar Kemal’in bize açtığı yola, umuda…

 

KAYNAKLAR

Ricoeur, Paul. Hermeneutics and the Human Sciences. İngilizceye çev. John B. Thompson. Cambridge: Cambridge University Press, 1981.

—―, The Rule of Metaphor: Multi-Disciplinary Studies of the Creation of Meaning in Language, İngilizceye çev. Robert Czerny, Kathleen McLaughlin ve John Costello. Toronto ve Buffalo: University of Toronto Press, 1977.

—―, Time and Narrative, 3 cilt, İngilizceye çev. Kathleen McLaughlin and David Pellauer. Chicago ve Londra: University of Chicago Press, 1984, 1985, 1988.

Rorty, Richard. Contingency, Irony, and Solidarity. Cambridge: Cambridge University Press, 1989.
White, Hayden. Tropics of Discourse: Essays in Cultural Criticism. Baltimore: The Johns Hopkins University Press, 1986.

Yaşar Kemal, Karıncanın Su İçtiği. İstanbul: Adam, 2002.

—―, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor: Alain Bosquet ile Görüşmeler. 2. basım. İstanbul: Adam Yayınları, 1997.

Konuşmacılar: Ayfer Bartu Candan, Ahmet Ersoy, Murat Germen, Cenk Özbay, Zeynep Uysal
Mekân: Albert Long Hall (BTS)
Tarih: 6 Mart 2015, Cuma
Saat: 16:00

İstanbul’un çok katmanlı bir şehir oluşu sadece tarihselliğinden kaynaklanmaz. İstanbul bugün içinde yaşarken de farklı hayatları, uzak dünyaları, benzersiz insan portrelerini katmanları arasında sımsıkı tutar, bırakmaz. Birbirine değen, birbirinden uzak, birbirini acıtan, birbirini aşkla seven, birbirinden kıyasıya nefret eden, umursamaz, hassas, nasırlı, kırılgan hayatların şehridir İstanbul… Bu panel şehrin türlü hallerini sanattan, edebiyattan, fotoğraftan ve toplum bilimlerinden bakarak tartışıyor.

sehrin-halleri-poster-f
Etkinliklerimiz herkese açık ve ücretsizdir.

Poster Tasarımı: Burak Şuşut