26 Ekim’de yayınlanmaya başlanan hayat-ı hakikiye hikâyelerini artık Açık Radyo Podcast kanalından ve arşivimizden dinleyebilirsiniz. Hafta içi her gün 12:55-13:10 saatleri arasında yayınlanan, gece Açık Gazete’den sonra tekrarlanan hikâyeler biriktikçe, bu sayfalar da güncellenecek. Geçtiğimiz hafta yayınlanan beş hikâyeyi dinlemek için Açık Radyo‘yu, Podcast sayfasını ve sitemizdeki arşivi ziyaret edebilir, Soundcloud hesabını takip edebilirsiniz.

“Dünya bir tuhaflaştı. Kimse yarın ne olacağını kestiremiyor.”
― Nâzım Hikmet, Kan Konuşmaz

 

Toplumsal tanıklığımızın sınırlarının giderek zorlandığı şu günlerde, kestirilemez olan gözlerimizi açıp kapayıncaya kadar normal hale gelmekte. Tuhaf, alışıldık olanın içine çekilirken alışkanlıklarımız da birer reflekse dönüşmekte.

Fark etmenden alıştığımız bir olgu var ki o da öfke. Tahammülsüzlük en kolay şey. Öfkeyi “meşru kılacak” sebepler, insanların sesinden rahatsız olup Tufan’ı indiren Tanrılardan, bir “cinnet” anında eşi ve çocuklarına ateş eden babaya kadar pek çok anlatıda kendilerini göstermekte. Bu bireysel hiddet öyle ileri ki kamusal bilincin “bir orman gibi kardeşçesine” yaşama pratiği de giderek zayıflamakta. Öfkenin bulanıklaştırdığı vicdanın giderek sahneden çekilişi giderek ne toplum ne de insan ol(a)mama noktasına getiriyor bizleri.

Bu durumun en dikkate değer imleçlerinden biri de sıradanlaşan öfkemizin somutlaşan bir zemin bulduğu linç kavramı. “Linç kavramına dair kolektif hafızamızda biriken algı, kavramın barındırdığı barbarlığı içerecek anlamı budayarak onu normalleştirmeye koşuyor.”[1] Toplumsal tanıklığımız da normal olanın bir tehlike teşkil etmeyeceğine ilişkin varsayımla hareket ettiğinden onu unutma içgüdüsüyle hareket ediyor. Normalleşen şiddet, aksi halde üzerinde taşması gereken tüm uyarı ışıklarından azade kalıyor ve şiddet eylemine başvuru giderek çok daha kolay hale geliyor.

Yine de bugün uyarı ışıkları her zamankinden daha dikkat çekici. Derin bir dalıştan yüzeye çıkar gibi, ağır ama yüzeye yaklaştıkça artan bir bilinçle ilerliyoruz. Bu noktada, şimdiyi konuşurken dünü hatırlamak da önem kazanıyor.

Kaybettiklerimizi yaşadıklarıyla, yaşananlarla hatırlıyoruz.

İşte onlardan biri, Çetin Altan.

Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Altan, özgürlük ve demokrasiyi sözde değil özde savunan usta kalemlerden biriydi. Düşünce ve eylemleri pek çoklarının hayatında izler bıraktığı gibi pek çoklarını da yukarıda sözü geçen bir öfke-şiddet durumuna itmişti. Bu durumun en büyük yansıması da kendini neredeyse linçe evrilen bir şiddet olayında göstermişti.

1965- 1969 yılları arasında milletvekilliği yapan Altan, resmi olarak vatan haini kabul edilen Nâzım Hikmet’i en büyük vatan şairi gördüğü için neredeyse mecliste can veriyordu.

İçişleri Bakanlığı’nın bütçe toplantısının yapıldığı 1968 yılının Şubat ayında, iktidardaki Adalet Partisi (AP) ile Türkiye İşçi Partisi (TİP) arasındaki gerginlik hat safhadaydı. 19 Şubat’ı 20’sine bağlayan gecede tartışmalar devam ederken bir sularına doğru meclisteki hararet iyice yükselmişti. Cumhuriyet gazetesinin haberine göre olaylar şöyle gelişmişti:

“Sabah saat 01’e doğru söz alan İçişleri Bakanı Faruk Sükan rejim meselesine dokunmuş ve TİP Genel Başkanının ve TİP sözcülerinin yurtta yaptığı çeşitli konuşmalardan örnekler vererek Türkiye İşçi Partisinin bir Komünist partisi olduğunu iddia etmiştir.

Bakan bir ara Baas partisinden bahsederek bu partinin Komünist olduğunu söyleyince YTP’li Ali Karahan “Baas Partisi Komünist partisi değildir” diye bağırmıştır.

Başkan, konuşmasına devam etmiş TİP’liler Karahan’la konuşarak onu sözlerini tekrarlamasını temine çağırmışlardır. Bu arada Başkan Nurettin Ok TİP’lilere müdahale ederek “Karahan’ı tahrike yeltenmeyin” demiştir.

Başkan devamlı söz atan Yunus Koçak’a arka arkaya iki ihtar bir takbih cezası vermiştir.

Faruk Sükan TİP için “Moskova’dan emir alıyorlar” deyince TİP’li Çetin Altan “Siz de Amerika’dan alıyorsunuz” diye müdahale etmiş, bunun üzerine Başkan Ok, Altan’a iki ihtar ve bir takbih cezası vermiştir.

Konuşmasına devam eden İçişleri Bakanı “Anayasa nizamını çoktan değiştirmek isteyenlerin daha önce söylediğim gibi nefes alışlarını bile takip etmekteyiz, bunların nefesleri votka kokar” demiştir.

Bakan konuşmasının bir yerinde TİP’li Çetin Altan’a dönerek “Çetin Altan sana soruyorum, siz Türk mahkemesinin mahkûm ettiği Nâzım Hikmet’e vatan şairi dediniz mi?” demiştir.

Altan buna “Evet, Nâzım Hikmet en büyük Türk şairidir” cevabını vermiştir.

Bakan, henüz “Çetin Altan sana soruyorum” derken ayaklanan bir kısım AP’liler sıralar arasında yer alan orta geçit yerinden saldırıya geçmişler, ancak burada CHP’liler ve bazı GP’lilerce durdurulmuşlardır. Bunun üzerine AP’li Kemal Bağcıoğlu ve Ahmet Ateşoğlu, basın locasının önünden geçmek suretiyle arkadan bir sızma hareketine girmişler ve TİP’lilere hücum etmişlerdir. Bu durumda AP’lileri önleme gayreti suya düşmüş, Hamido lakabıyla tanınan Hamit Fendoğlu, Kasım Önadım, Şevki Güler, İsmet Angi ve diğer AP’liler TİP’lilere saldırmışlardır.

Önadımdan bir yumruk yiyen Çetin Altan yere yuvarlanmış ve diğer AP’liler tarafından tekmelenmiştir…”

Bu olay, meclisteki gündüz toplantılarında ve basında da geniş yankı bulmuş, İnönü gündem dışı söz alıp olayı kınarken, Demirel ise daha sonra yaptığı açıklamada şöyle demiştir:

“Bütçe müzakereleri yaklaşan seçimler için bir baskı aracı olarak kullanılmaktadır…memlekete baskı havası yayılmak istenmektedir. Dün akşamki üzücü hâdise, hükümet temsilcisine lâf atılarak başlamıştır. Bir üye, Cumhuriyet ve onun hâkimlerini hiçe sayarak Nâzım Hikmet’e (Vatan Şairidir) demiştir. Bunun adına tahrik derler. Yapmayınız. Sonra olaylar büyümüştür. Bu zabıtlara ilk defa Nâzım Hikmet’in (Vatan Şairi) olduğu sözü girmiştir.”

Çetin Altan, yıllar sonra olayın sonrasında yaşananları Oral Çalışlar’a anlatırken sindirme eylemlerine karşı nasıl bir tutum izlediğini anlatmıştır;

“Bir santimetre beyaz etim yoktu, ama başımı saklamıştım bir banyo yaptım, yazımı da yazdım, ertesi gün çıktım geldim. Üç aya kalkamaz, kemikleri kırıldı diye konuşuyorlarmış, beni görünce hortlak görmüş gibi oldular.”[2]

Çetin Altan mücadeleyi hiçbir zaman bırakmadığı hayatının son köşe yazısında yorgunlukların da yenilgilerin de farkındaydı ama umudun yitirilmemesi gereken, ışığı her zaman yanık bırakacak tek değer olduğunun da bilincinde:

“Hayallerinizden, ümitlerinizden, mücadelenizden vazgeçmeyin.

Amacınıza ulaşamazsanız da, bu amacı gelecek kuşaklara devretseniz de, kozmosla son hesaplaşmanızda, “daha iyi bir dünya için biz de fena mücadele etmedik” diyebilirsiniz.

Bu da az şey değildir. Buruk da olsa, yorgun gözlerinizde bir tebessüm yaratır.

O tebessümlerin çoğalması da elbet bir gün kurtarır bu ülkeyi.

Enseyi karartmayın.”

Görülüyor ki mesele artık mücadeleyi sıradanlaşana karşı vermekte. Tuhaf günlerden korkmak, daha da kötüsü onları benimsemek yerine tam da gözlerinin içine bakıp “seni görüyorum!” diyebilmeli insan. Ne de olsa “bu cehennem, bu cennet bizim”…

 

[1] Aybars Yanık, “”Linç” Fıtratta Olunca Demek…”, Birikim Dergisi

[2] Oral Çalışlar, “Çetin Altan’ı Meclis’te dövdüklerinde…”, Radikal.

 

Açık Radyo ve Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi, hayat-ı hakikiye hikâyelerini, 26 Ekim’den itibaren hafta içi her gün 12:55-13:05 arası Açık Radyo dinleyicileriyle buluşturuyor.

 

Nâzım Hikmet’in 1939-1945 yılları arasında kaleme aldığı Memleketimden İnsan Manzaraları’nın 70. yaşı mutlu bir tesadüfle “Kâinatın tüm seslerine, renklerine ve titreşimlerine Açık Radyo”nun kuruluşunun 20. yaşına denk geldi. Bu destansı eserde 1908’den 1945’e kadar olan zaman diliminde üç yüzden fazla karakter üzerinden anlatılan Türkiye’nin hikâyesidir. Aradan 70 yıl geçtikten sonra, Açık Radyo ve Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi, “Türkiye Hikâyelerini Anlatıyor” sloganıyla herkesi kendi hikâyesini anlatmaya davet etti.

Bize ulaşan yüzlerce hikâye Murat Gülsoy, Güven Güzeldere, Ömer Madra ve İlksen Mavituna’dan oluşan seçici kurul tarafından ön elemeden geçirildi ve yazar, şair ve akademisyenlerden oluşan bir editör ekibi tarafından yayına hazırlandı: Deniz Altınay, Ömer Aygün, Nalan Barbarosoğlu, Enis Batur, Hakan Bıçakçı, Behçet Çelik, Feride Çiçekoğlu, Berna Durmaz, Sine Ergün, Mahir Ünsal Eriş, Hülya Ekşigil, Semih Gümüş, Hakan Günday, Meltem Gürle, Hikmet Hükümenoğlu, Sibel Irzık, Ercan Kesal, Melisa Kesmez, Ergun Kocabıyık, Adnan Kurt, Birgül Oğuz, Hatice Örün, Mahmut Temizyürek, Serhat Uyurkulak, Murat Yalçın.

Seslendirilen hikâyeler 26 Ekim’de başlayan yeni yayın dönemi boyunca hafta içi her gün 12:55-13:05 saatleri arasında Açık Radyo’da yayınlanacak. Kaçıranlar için hikâyeler gece Açık Gazete programının tekrarından hemen sonra (03:00) yeniden yayınlanacak. Ayrıca hikâyelere daha sonra Açık Radyo ve Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi sitelerinden erişilebilecek. Hikâyelerin önümüzdeki sene bir kitap olarak yayımlanması da planlanıyor.

26 Ekim Pazartesi günü sabah 9:30’da Ömer Madra, İlksen Mavituna, Güven Güzeldere ve Murat Gülsoy, Açık Radyo’da Türkiye Hikâyelerini Anlatıyor girişimini her yönüyle değerlendiren özel bir programda buluşacaklar.

Bizlerle gerçek hikâyelerini büyük bir samimiyet ve cesaretle paylaşan tüm katılımcılara sonsuz teşekkürlerimizle…

 

Temmuz ve Ağustos aylarındaki yazılarında, Nâzım Hikmet’i Tevfik Fikret ve Mayakovski ile birlikte ele alan Toprak, bu ayki makalesinde ise Nâzım Hikmet’in Haziran 1929’da Resimli Ay Dergisi’nde başlattığı Putları Yıkıyoruz kampanyasını mercek altına alıyor.

Dünyada var olan her şeyin, algı ve bakış açısıyla eşdeğer çoklukta olduğu fikri, Gerçekçiliğin (Realism) kendi içinde kırılmalar yaşamaya başladığı günlerde vurgulanmaya başlanmıştır. Önce gözle görülen ‘gerçek’in güvenirliği sorgulanmış…

Yönetim Kurulu üyemiz Prof. Dr. Zafer Toprak’ın Nâzım Hikmet’i konu alan iki makalesi Toplumsal Tarih dergisinin Temmuz ve Ağustos sayılarında yayımlandı.

Boğaziçi Üniversitesi’nde yürütülen akademik çalışmaları keşfe çıkıyoruz…

Edebiyat, Tarih ve Siyaset alanlarında yapılan yüksek lisans ve doktora tezleri neler?

Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi, 21 Mayıs 2015 tarihinde üniversitemizde farklı çatılar altında ancak birbirine yakın disiplinlerde çalışmalar yürüten sosyal ve beşeri bilimler yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin tanışabileceği ve çalışmalarını paylaşabileceği geniş katılımlı bir toplantı düzenlemektedir.

Böylesi bir karşılaşmanın disiplinler arasındaki etkileşimi görünür kılacağını, lisansüstü öğrencilerin tartışma ortamlarını zenginleştirerek bakış açılarını güçlendireceğini, ilgili öğretim üyelerinin yeni işbirlikleri geliştirmelerine bir zemin oluşturacağını umuyoruz. Katılım için tezin herhangi bir aşamasında olmak yeterlidir, amaç tezlerin sonuçlarını tartışmaktan ziyade yürütülen çalışmalar hakkında bilgi paylaşımında bulunmaktır.

Toplantıya katılmak için Edebiyat, Tarih veya Siyaset alanlarında tez çalışması yapan öğrencilerin, aşağıdan indirilebilecek olan formu doldurup nhkm@boun.edu.tr adresine göndermesi yeterlidir. Toplantıdan önce gönderilen bilgiler bir kitapçıkta toplanacak ve toplantıya katılanlara dağıtılacaktır. Özetler ve sunumlar İngilizce ya da Türkçe olabilir. Farklı disiplinlerden gelen araştırmacıların tanışmaları ve görüş alış verişinde bulunmaları amaçlandığı için sunumlarda çalışma alanına mahsus terminoloji içermeyen anlaşılır bir dil kullanılması ve sunumların beş-on dakika ile sınırlandırılması önerilmektedir.

Başvuru için son tarih: 15 Mayıs 2015
Mekân: İbrahim Bodur Oditoryumu
Tarih: 21 Mayıs 2015, Perşembe
Saat: 10:00-17:00

 

BAŞVURU FORMUNU İNDİRMEK İÇİN TIKLAYIN.

Poster tasarımı: Burak Şuşut

Bilmediğiniz Shakespeare, bildiğiniz kelimelerle Shakespeare Akıntıya Karşı Sempozyumu’nda.

shakespeare contemporaryBugün, futbol kültürüyle özdeşleşmiş “Fair Play” kavramını 1610’lu yıllarda ilk kez Shakespeare’in kullandığını kim tahmin edebilir? Ya da V. Henry’de kullandığı “heart of gold” (altın kalpli) deyimini bizzat kendisinin icat ettiğini?

William Shakespeare, yalnızca dünya edebiyatında çığır açan bir yazar değil; aynı zamanda İngilizce’ye 2000’nin üzerinde kelime ve deyim kazandırmış yaratıcı bir beyin.

1-2 Nisan’da Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirilecek olan Shakespeare Akıntıya Karşı Sempozyumu, İlkay Yıldız ve Emek Kalfa’nın Shakespeare Contemporary adlı mini sergisine de ev sahipliği yapacak.

Shakespeare’in icat ettiği ve ilk kez oyunlarında kullandığı kelime ve deyimlerin illüstratif tasarımlarından oluşan sergi, 1-2 Nisan tarihlerinde Boğaziçi Üniversitesi Özger Arnas Salonu’nda görülebilir.

Etkinliğin detaylarına Facebook’tan ulaşabilirsiniz:
https://www.facebook.com/events/1586390331633240/

love is blind

yasar-kemal

Yaşar Kemal öldü. Ya da, daha doğrusu, sonsuzluğa yürüdü. Bunu yazarın ardından büyük laf etmiş olmak için söylemiyorum. Ortaya koyduğu eserin nicelik ve niteliği bunu söyletiyor. Bu eseri ortaya koyan bir yazarın kolay kolay unutulacağını, azımsanacağını düşünebiliyor musunuz?

Pek çok kişi gibi ben de Yaşar Kemal’i çocukluğumdan, ilk gençliğimden beri aç kurt gibi, yuta yuta okuyorum. Ancak “Bir Ada Hikâyesi” dizisiyle yaklaşık 10 yıl önce tanıştım ve o zamandan beri, bu coğrafyada bin yıl sonra yaşayacakların, Yaşar Kemal’i bizim Homeros’u anımsamamız gibi anımsayacağına inanıyorum. Bu konuda makaleler yayınladım ve daha kapsamlı bir kitap yayınlamayı da hedefliyorum. Ancak her şey bir yana, Yaşar Kemal’in, birçok romanında yavaş yavaş geliştirdiği bir toplumsal bellek modelini “Bir Ada Hikâyesi” ile kemale erdirdiği kanaatindeyim. Bence bu dörtlü, geçmişi nasıl hatırlayacağımız ve bugünden geleceğe uzanan yaşamımızı nasıl tahayyül edebileceğimiz üzerine bir kılavuz. Peki bu kılavuzu, dille ilgili şu sözleri söyleyen yazarın yaratmış olması şaşırtıcı mı:

“Dili her zaman diyalogdan öte, yenemeyeceği güç olmayan büyülü bir araç saydım. Araç demek bile dilin gücünü küçültüyor. Dil benim için sonsuz gücü olan, büyük bir evrendi. Şimdi de dilin gelişerek, insanlığı, evrenimizi yenileyeceğine, geliştireceğine, güzelleştireceğine, evrenler kurup evrenler yıkacağına inanıyorum.” (Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor, s. 85.)

Bir ada hikayesi

Bu sözleri, Yaşar Kemal’in şiirsel dil kullanımına ve yaratıcı zekasına selam olsun diye alıntılamıyorum. Bence bunlar yazarın emek emek ulaştığı, yazdığı her yeni satırla keskinleştirdiği bilinçli dil kuramının ifadesi olarak okunmalı. Nitekim bu konuda yalnız değil. Yaşar Kemal’in Paul Ricoeur, Richard Rorty ya da Hayden White okuyup okumadığını bilmiyorum ama bu düşünürlerin aşağıya alacağım şu sözleri, yukarıdaki Yaşar Kemal alıntısıyla sohbet ediyorlar, birlikte tınlıyorlar diye düşünüyorum:

“Dünya, okuduğum, yorumladığım ve âşık olduğum her türden edebi ve edebiyat dışı metin tarafından açılmış göndermeler setinin bütünüdür.” (Paul Ricoeur, Time and Narrative, 1: s. 80.)

“Kurmacanın dünyası bizi gerçek eylem dünyasının ta merkezine taşır.” (Paul Ricoeur, Hermeneutics, s. 296.)

“Toplumları bir arada tutan ortak söz dağarları ve ortak umutlar ile acı ve aşağılanmanın belirli türlerinin ayrıntılı betimlemeleridir.” (Richard Rorty, Contingency, Irony, and Solidarity, s. 86 ve 192.)

“Yaşam, bir tek değil de, birçok farklı anlam taşıdığında daha iyi yaşanacaktır.” (Hayden White, Tropics of Discourse, s. 50.)

Bütün bu cümleler elbette Yaşar Kemal için söylenmedi. Ama söylenebilirdi. Bu alıntıların her birini, bir Yaşar Kemal incelemesinin alt bölümlerinde epigraf olarak kullanabilirsiniz. Çünkü bunlar da, Yaşar Kemal’in yukarıdaki dille ilgili anlatısında olduğu gibi dil, edebiyat ve anlamın imkânlarına, imkânlılığına dair bir umudu kerteriz alıyorlar. Bu söylediklerimi desteklemek için “Bir Ada Hikâyesi”nin ikinci kitabı Karıncanın Su İçtiği’nden bir alıntı yapmak istiyorum. Burada Çanakkale’de bir bacağını kaybeden Ali Çavuş, yine aynı savaşta bir gözünü yitirmiş silah arkadaşı Kör Salih ile ortak durumlarını ironik ve alaycı bir biçimde şöyle anlatır:

“O da bizden, Çanakkalede canını nasılsa kurtaranlardan. Bir kurşun sağ gözünü almış götürmüş, İngiliz kumandanına vermiş. İngiliz kumandanı da bakmış bakmış da, lalüebkem kalmış, tevatür, demiş, dünya cihangiri İngilizde böyle güzel bir göz yok, olamaz da demiş. Benim şu bacağımı kesip de İngiliz kıralına götürdüklerinde, kıral breh, breh, breh, demiş. Şaşkınlıktan gözleri pörtlemiş. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir kesik bacak olamaz. Şu görkemli bacağı alın da sarayın has bahçesinin ortasındaki höyüğün tepesine dikin. Yöresini de binbir tane mumla aydınlatın ki, bu bacağa yeryüzü, gökyüzü ve hem de bilcümle mahlukat hayran kalsın, demiş. İngilizler de kırılmış gibi benim bacağımı seyrediyorlarmış gece gündüz.” (s. 266)

Siz hiç Çanakkale Savaşı’nın böyle, geyik muhabbeti tadında anıldığını gördünüz mü? Ama tam da böyle anılmalı işte! Elbette geyik muhabbeti olarak değil, çünkü buradaki temsilin geyik muhabbetiyle hiç ilişkisi yok. Bu konu burada olduğu gibi, bir savaşta kolunu, bacağını ya da organlarını değilse bile psikolojik bütünlüklerini yitirmiş insanların, bu kayıpla mücadele biçimleriyle anılmalı. Bu hem gerçekçi hem umut verici olur. Çünkü pek çok savaş mağduru böyle şeyler söylemiş, kendi yarasıyla, belki o yarayı kanata kanırta alay etmiş olabilir. Kayıpla böyle başa çıkmaya çalışmış olur. Öte yandan biz bu olası temsili, yani imgeleme dayalı kurmacayı okuduğumuzda, savaşı bir anlamsızlık, bir absürdite olarak düşünürüz. Sahi Ali Çavuşların kopan bacakları, Salihlerin çıkan gözleri sizin ne işinize yarar, savaşperestler? Çok mu lâzım o bacak, o göz size de, sahiplerinden koparıp alıyorsunuz?

yasar-kemal-gencAslında “nasıl hatırlamalı?” ve “hangi imgelem?” sorularına bir cevap olan bu Ali Çavuş alıntısı, kuramsal ya da felsefi bir bağlantıyı da çağırır: Paul Ricoeur’ün metafor üzerine kitabı, La Métaphore Vive. Ricoeur için metaforlar sadece, dinleyici ya da okuru onları yorumlamaya zorladıkları için değerlidirler. Metafor bir yorumlama sürecine yol açar. Metaforu yorumlamak için üretilen yorum da, en sonunda ulaşılacak bilginin bir parçası olacaktır. Metafor, dünyanın nesnel olayları ile onları yorumlayan bireyin öznel yorumunun birleştiği bir dil noktasıdır. Ricoeur bu noktaya “olarak görme” süreci sayesinde ulaşıldığını düşünür. “Görmek” sadece bir deneyimdir. Oysa “olarak görmek” bir deneyimle bir eylem arasında durur; ya da aynı anda hem bir deneyim hem de bir eylemdir. İnsan kör değilse görür ama ya “olarak görür” ya da görmez. Bu doğrultuda yukarıdaki Ali Çavuş alıntısında göndermede bulunulan savaşı ya “yaşamın reddi” olarak görürüz ya da görmeyiz.

Konu çok uzun ama Yaşar Kemal’in nasıl anımsadığını ve anımsamasını imgeleminde nasıl dönüştürdüğünü biraz açmak için bir örnek vermek istiyorum. 1923 doğumlu Yaşar Kemal’in ailesi 1915’te Rus ordusunun ilerleyişi üzerine Van Gölü kıyısındaki Erniş köyünden göç ederler. Bu zorlu bir göçtür ve kafile Van, Diyarbakır ve Mardin üzerinden daha güneye, çöle doğru ilerlerler. Yaşar Kemal, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor başlıklı kitapta bu göç sırasında ailenin başına geleni şöyle anlatır:

“Ekinler başaktaydı. Sapsarı tarlalar dağlardan çöllere kadar uzanıyor, dünya sarı kıvılcımlar içinde çalkanıyordu. Göçmenler yola dökülmüş yürürlerken iki cephe arasında kaldıklarını geç anladılar. Sağdan soldan, önden arkadan yağmur gibi kurşunlar yağıyordu. Göçleri uzun bir göçtü, binlerce insan üst üste yığılmışlar, dört yandan gelen kurşunlardan nasıl sakınacaklarını bilemiyor, dönüp duruyorlardı. Uzaktan gelen top sesleri de gittikçe onlara yaklaşıyordu. O gece oldukları yerde kaldılar. Yerlerinden kıpırdayamadılar. Arada sırada karanlığın içinden çığlıklar geliyor, kimin öldüğü, kimin kaldığı bilinmiyordu.
Tanyerleri ışıdı ışıyacak bir top güllesi geldi kalabalığın ortasına düştü. Çığlıklar, parçalanan kollar bacaklar. . . . Dört yandan da hem top mermileri, hem de kurşun yağıyor. Kalabalık can havliyle bir açılıp bir kapanıyor. Kurşunların arkasından da bir yangın başlıyor. Bir ateş düşmüş düz ovaya, kaptırmış, hızla dört bir yandan saldırıyor. İnsanlar, kurşun, top yağmuru altında, bir de dört yanı sarmış gelen ekin yangınının ortasında… Dön ha dön… Çığlıklar, ağlamalar, inlemeler…
Anam derdi ki: ‘Nasıl kurtulduğumuzu daha bilemiyorum. O zaman da nasıl yangından çıktığımızı düşünmüş düşünmüş bulamamıştık.’” (Yaşar Kemal, 1997, 24-25)

Öte yandan Yaşar Kemal, annesinden dinlediği bu anıyı dönüştürerek Karıncanın Su İçtiği’ne almış ve bir metafor haline getirmiştir:

“Savaşın sesi çölün dört bir yanından çöl fırtınası yoğunluğuyla, çöl fırtınasıyla, hortumlarıyla birlikte geliyordu. Yukardan, dağlardan ceren sürüleri aşağı çöle doğru süzülüyorlar, geniş, kol kol, kırmızı bir sel gibi hızla akıyorlardı. Çölün ucuna inince seslerden ürktüler, birbirlerine karışıp karman çorman oldular, üst üste bindiler, sonra çözüldüler, gene akmaya başladılar. Kıyasıya savaşan askerlerin siperlerine gelince gene darmadağın oldular, siperleri geçince toparlandılar ya, savaşanların tam ortasına düştüler. Her yandan üstlerine yağmur gibi kurşun, top gülleleri yağıyor, cerenler de nereye gittiklerini bilmeden gittikçe, can havliyle hızlarını arttırıyor, havada geniş yaylar çizerek atlıyor, bacakları bükülerek yere iniyor, iner inmez de uçarcasına gene yaylar çiziyorlardı. Kurşunu yiyenler kumların üstünde hüzünlü büyük kara gözleriyle bir bebek ölüsü gibi kıpırtısız uzanıyorlardı.” (s. 332)

Cerenler vurula öle bu savaş meydanından kurtulmaya çalışır ama kurtulamazlar. Kaderlerine razı olarak sürü halinde yere çöktükleri bir anda savaş kesilir ve bundan istifade eden cerenler kaçıp giderler. Onların ardından savaş yeniden ve bu defa süngü savaşı olarak başlar. Yazar, savaşın sonunu şu cümleyle verir: “Çölün kumları üstünde asker ölüleriyle ceren ölüleri yanyana, kucak kucağa yatıyorlardı.” (s. 334) Ailesinin geçmişinden gelen bir anıyı ceren sürüsünün ayrıntılı yok oluşuna dönüştüren yazar, bir dizi bilişsel metafor üzerinden savaşı ölüm, anlamsızlık ve yaşamın reddi olarak görmemizi sağlar. Tarih kitaplarında görülemeyen ama bir an düşündüğümüzde imkânlılığının kolayca farkına varabileceğimiz savaşın yok ediciliği görünür ve unutulmaz kılınmıştır. Yani Yaşar Kemal, kolektif bellekte devletin ya da resmi söylemin oluşturduğu savaşla ilgili kurumlaşmış bağlantıyı kırmış ve hakim anlatı açısından tehlikeli, riskli bir yeni bağlantı kurmuştur. Bu, hayata açılan bir bağlantı olacaktır.

Bu küçük yazıyı, Yaşar Kemal’den bir alıntıyla sona erdirmek istiyorum. Bu alıntı, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor’dan. Bu kitap için Yaşar Kemal’e yazılı sorular yollayan Fransız yazar Alain Bosquet, “Batı’da çocukluktan başlayarak gizem ve düş gücünün hızla yok olduğunu ve yerlerini akıla ve gerçekçiliğe bıraktıklarını düşünürüz,” der Yaşar Kemal’e. Yaşar Kemal’in cevabı ilginç olur:

“Gizem ve düş gücünün batıda hızla yok olduğuna beni inandıramazsınız. Size büyük sevgim ve inancım var, bu kadar sert konuşurken doğrusu çok üzülüyorum, gizem ve düş gücünün bitmesi, insanlığın insani yönünün, en önemli bir yerinin çökmesi, hastalıkların başlaması demektir. Bunu nasıl söylersiniz? Yani bir yerlerde insanlık çöktü de insanlığın yerine insana benzer kimi yaratıklar mı geldi, diyorsunuz. . . . Düş gücünü yitiren insanın hiç umudu olur mu? Umut, düş gücünün yarattığı ve insanoğlunun sahip olduğu en büyük değerlerden birisi değil mi? İnsan umut yaratmadan yaşayabilir mi? . . . Düş gücünü, insan gizeminin en derin yerine inmeye uğraşan, Dostoyevskiyi keşfeden bir ülke, yani Avrupa, düş gücünü, insan gizemini nasıl yitirir, o yitirdiği başka bir şey olacak. Avrupa bunu bulacak, üzülmeyelim. Belki de bu kuraklık geçici bir şey.” (1997, 79-80)

yasar-kemal-portreDüş gücü, insan gizemi ve bunların ilişkisinden doğan umut. Bunlar hikâye anlatıcısı Yaşar Kemal’in sanatında kullandığı malzemelerdir. Her romanında, her eserinde bunlarla yeniden karşılaşırız. Yazar Bosquet’e verdiği ayarı her defasında bize de verir aslında. Yepyeni, savaşa ve ölüme düşman, barışa ve yaşama açılan bir anımsama ve imgelemi oluşturmak için ilham alır, enerji devşirir ve yola düzülürüz. Homeros’umuzun, Yaşar Kemal’in bize açtığı yola, umuda…

 

KAYNAKLAR

Ricoeur, Paul. Hermeneutics and the Human Sciences. İngilizceye çev. John B. Thompson. Cambridge: Cambridge University Press, 1981.

—―, The Rule of Metaphor: Multi-Disciplinary Studies of the Creation of Meaning in Language, İngilizceye çev. Robert Czerny, Kathleen McLaughlin ve John Costello. Toronto ve Buffalo: University of Toronto Press, 1977.

—―, Time and Narrative, 3 cilt, İngilizceye çev. Kathleen McLaughlin and David Pellauer. Chicago ve Londra: University of Chicago Press, 1984, 1985, 1988.

Rorty, Richard. Contingency, Irony, and Solidarity. Cambridge: Cambridge University Press, 1989.
White, Hayden. Tropics of Discourse: Essays in Cultural Criticism. Baltimore: The Johns Hopkins University Press, 1986.

Yaşar Kemal, Karıncanın Su İçtiği. İstanbul: Adam, 2002.

—―, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor: Alain Bosquet ile Görüşmeler. 2. basım. İstanbul: Adam Yayınları, 1997.

2009 yılından itibaren düzenlenen Nâzım Hikmet Poetry Festival kapsamında verilen Meral Divitçi Türkçe Şiir Çevirisi Ödülü için başvurular 1 Mart 2015 tarihine kadar devam ediyor. Başvuru detaylarını aşağıdan ve festivalin ilgili sayfasından öğrenebilirsiniz:

poetry festival announcement

2015 Meral Divitci Prize for Turkish Poetry in Translation

This award is named in honor of the late Turkish poet and columnist Meral Divitçi and it has been established by her family with the objective of encouraging translation of modern and contemporary Turkish poetry into English. The submitted manuscript should correspond to a complete book of poems or a collection of poems, published by established Turkish poets and should include about 50 or more pages of poems. The award includes a cash prize of $1,000. For more information please visit the festival web site.

For the 2015 prize, manuscript submissions are being accepted through March 1, 2015 via e-mail to contact@nazimhikmetpoetryfestival.org.

2015 Selection Committee:

Aron Aji, Dean, College of Arts and Sciences at St. Ambrose University, Director, MFA in Translation Program, University of Iowa

Erdağ Göknar, Assoc. Professor of Turkish & Middle Eastern Studies at Duke University

Sidney Wade, Professor, Dept. of English, University of Florida

E-mail: contact@nazimhikmetpoetryfestival.org
Twitter
Facebook