BUZUL ÇAĞININ KAMBURU

BİR TÜR OLARAK EPİK VE KUVÂYİ MİLLİYE‘NİN TUHAF HİKÂYESİ

15 Ocak 2015’te başlayan “Nâzım Hikmet Konferansları” serisinin ilk konuşmacısı, Şehir Üniversitesi öğretim üyesi ve Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü doktora öğrencisi Erkan Irmak’tı. Kuvâyi Milliye ve Memleketimden İnsan Manzaraları’nın yazılış sürecini değerlendirdiği ödüllü yüksek lisans tezi İletişim Yayınları tarafından Kayıp Destan’ın İzinde: Kuvâyi Milliye ve Memleketimden İnsan Manzaraları’nda Milliyetçilik, Propaganda ve İdeoloji adıyla kitaplaştırılan Irmak, “Buzul Çağının Kamburu: Bir Tür Olarak Epik ve Kuvâyi Milliye’nin Tuhaf Hikâyesi” başlıklı konuşmasında sıklıkla siyasi bir zeminde tartışılan Kuvâyi Milliye’nin epik türü içindeki yerini ve Memleketimden İnsan Manzaraları’nda yeniden konumlandırılışını değerlendirdi.

Söze, konuşmasında yüksek lisan tezi sırasında eksik kalan ve yeterince değinemediği noktalar üzerine gideceğini belirterek başlayan Irmak, epik türünün varlığı ve günümüzdeki geçerliliğine ilişkin yürüttüğü soruları Kuvâyi Milliye ve bu destanda kahramanlaştırılan Kambur Kerim karakteri üzerinden cevaplamadan önce, destanın yazılış sürecine ilişkin detaylı bilgi verdi.

Bugün karşımızda olan Kuvâyi Milliye, şiirin 1950’de İnkılap Kitabevi tarafından basılan üçüncü yazımı olsa da, destanın tohumları 1937’de, bir akşam yemeği sırasında atılmıştı. Nâzım, Piraye ile evli olduğu ve yeni bir hayat kurmaya çalıştığı bu dönemde kendi adına kitap bastıramıyor, girdiği gözaltılar da ailenin durumunu hayli kötü etkiliyordu. Bu duruma bir son vermek ve ben artık bu işleri bıraktım demek için Ankara’ya gitmeye karar veren Nâzım, KUTV’da birlikte öğrenim gördüğü fakat daha sonra yolları ayrılan Şevket Süreyya Aydemir ile görüşmeye karar verdi. Bu niyet üzerine, Aydemir’in düzenlediği bir akşam yemeğinde dönemin emniyet genel müdürü Şükrü Sekmensüer’le bir araya gelen Nâzım’ın tüm dertleri, belki de bu buluşma neticesinde sonlanabilirdi, lakin gece bir kurtuluş anına değil yeni bir yaratıya gebeydi. Sekmensüer’in Nâzım’ın İspanya İç Savaşı’na dair okuduğu bir şiirinin ardından söylediği şu sözler Irmak’ın işaret ettiği üzere Kuvâyi Milliye’nin başlangıç anını ortaya koymaktaydı:

Nâzım, bu şiirde ne komünizm, ne kapitalizm var. Bu şiirde anlatılan halkın isyanıdır.  Tıpkı bizim İstiklal Savaşı’mızda olduğu gibi. ama ne yazık ki hiçbir türk şairi bu destanı dile getirmedi. Yazık değil mi Nâzım?… Anadolu destanını yazsana Nâzım sen. Anadolu destanını yaz.

Yeni rejimin kurucularından birinin böyle bir ihtiyacı dillendirmesi ve bu ihtiyacı karşılayacak kişiyi Nâzım olarak görmesi son derece dikkat çekiciydi. Nâzım o gece olumlu bir cevap vermemiş, bu akşam yemeğini ise şaire açılan iki askeri dava ve idam cezasından çevrilen 28 yıllık bir hapis cezası takip etmişti. Irmak, şairin destanının ilk yazımına 1939’de başladığını söylerken şiire giren ve 1938’de yazılan ilk mısralarınsa doğrudan destan için kaleme alınmadığını da sözlerine ekledi:

“Topraktan öğrenip
                kitapsız bilendir.
Hoca Nasreddin gibi ağlayan
                Bayburtlu Zihni gibi gülendir…”

Şiirin ilk yazımı, elimizde olmayan fakat şairin dayısı Ali Fuat Cebesoy’a yazdığı bir mektuptan öğrendiğimiz 15-20 sayfalık Osmanlıca bir metindir. Destanın ikinci yazımı ise 1939-1941 yılları arasında Nâzım Bursa ve Çankırı hapishanelerinde iken gerçekleşir. Yön Dergisi şairin ölümünden sonra bu yazımdan ilk parçaları yayınlar fakat şiir yazıldığı dönemde Nâzım’ın istediği şekilde ilgi görmez. Şair bu çabaya son verip Memleketimden İnsan Manzaraları’nı yazmaya başlar. İdeolojik olarak farklı bir kulvarda duran destanı Memleketimden İnsan Manzaraları’na ekleyen Nâzım, daha sonra destanı İnsan Manzaraları’ndan ayrı düşünmek istemez. Destanın son yazımı ise 1950 yılında, Nâzım’ın bu kez Münevver’le evli olduğu ve 1937’dekine benzer sıkıntılarla yüz yüze geldiği bir dönemde gerçekleşir.

Destanın yazılış serüvenini takiben konuşmasının ikinci bölümüne geçen Erkan Irmak, Kuvâyi Milliye’yi bu kez de türsel olarak ele aldı ve destanı, soyu tükenmiş bir tür olarak görülen epik üzerinden inceledi. Georg Lukács ve Mikhail Bakhtin’in epik tanımları üzerine yoğunlaşan Irmak, bu iki ismin romanı meşrulaştırmak ve ona sınır koymak için epiği bir tartışma alanı olarak ele aldıklarını ifade ederek romanın çok sesli, parçalanmış ve sürekli devinim içindeki yapısının karşısına bütünsel olarak parçalanmamış, evrime kapalı, tamamlanmış gördükleri epiği koyduklarını söyledi. Irmak’ın, Bakhtin’in “diğer türlere bir belirsizlik, belli bir anlamsal açık-uçluluk kazandırma, sona ermemiş, hâlâ evrilmekte olan zamandaş gerçeklikle canlı bir bağlantı kurulmasını sağlama” olarak özetlenebilecek “romanlaşma” kavramı üzerinden sorduğu “Epik romanlaşma sürecinden neden yararlanamıyor, neden kendini dönüştüremiyor?” sorusu, konuşmasının bundan sonraki kısmının da izleğini oluşturdu. Özellikle 18. ve 19. yüzyıllardaki uluslaşma süreçlerinin epiğe duyulan ihtiyacı hem nicel hem de nitel anlamda, hiç olmadığı kadar attırdığına dikkat çeken Irmak, Kuvâyi Milliye’nin bu ihtiyaca dahil edilip edilemeyeceğini sorguladı.

Kuvâyi Milliye, öncelikle, işlevsel olarak Cumhuriyet’in epik ihtiyacını belirgin bir biçimde karşılar nitelikteydi:

“…tasarlanmaya başlandığı andan itibaren bir yandan yeni kurulan Cumhuriyet’e, onun tarihine ve kurucularına yücelik ve meşrutiyet sağlarken, bir yandan da kendilerini bu tarihin etrafında birleşen bir ulus olarak yeniden biçimlendirmeye çabalayan Türkiyeliler için de vazgeçilmez bir bağlantı ve övünç kaynağı olarak işlev görür.”

Milli Mücadele ile özdeşleştirilen Nutuk’u birebir takip ettiği dipnotlarından da anlaşılan destan, Kurtuluş Savaşı’na ait zaman aralığında kalarak Bakhtin’e göre epik söylemi oluşturan üç temel özellikten ilki; yani “ulusal bir epik geçmiş […] epiğin konusu işlevini görür” ifadesi ile de doğrudan doğruya örtüşmektedir. Bakhtin’in bu konuda sunduğu ikinci özellik; “ulusal gelenek […] epiğin kaynağı olarak işlev görür” ifadesi ise destandaki buyurgan, ve yukarıdan gelen sesin epik dili, dolayısıyla da geleneği tekrar etmesiyle kendine karşılık bulur. Bakhtin’e göre epik mesafeyi oluşturan “epik dünyadaki herhangi bir şeyin değiştirilmesi, yeniden düşünülmesi, yeniden değerlendirilmesi olanaksızdır” ifadesi de üçüncü özelliği imler ve akla Kuvâyi Milliye’de de açıkça hissedilen, Milli Mücadele döneminin değiştirilmesi, sorgulanması imkânsız olgular, fikirler ve değerler bütününü getirir. Irmak’ın üzerinde duracağı Kambur Kerim karakteri de tam olarak epik mesafenin kurduğu bu zırh ile çevrelenir destanda.

Destanda karşımıza çıkan Kerim bir savaş kahramanıdır. Onu epik bir kahramana dönüştürecek olaylar dizisinin ardından attan düşer ve tedavi için yatırıldığı ziftten kambur olarak çıkar. Halkın mücadelesinin bir temsilcisi olan Kerim’in kamburu bir utanç değil gurur kaynağı olarak sunulur. Fakat Kerim’in hikâyesi burada son bulur. Irmak’a göre bunun nedeni, epiğin kahramanlık devam ettikçe sürmesidir. Kahramanlık ve zaman arasında doğrusal bir ilişki vardır. Kerim’i Memleketimden İnsan Manzaraları içinde yeniden bulduğumuzdaysa onun epik alanın dışına çıktığını görürüz. Kambur Kerim burada, seyir hâlinde olan trenin üçüncü mevkisinde seyahat etmektedir. Trenin mutfağında bulunanlar tarafından okunan Kuvâyi Milliye içinde yer almaz. Bu noktada kahramanlık ve zaman arasındaki doğrusal ilişki bir kırılmaya uğrar ve Kerim ‘destandışı’ hâle gelirken söz konusu ilişki de bir parabole dönüşür. Kerim’in sürdürülen hikâyesi ve mutfakta okunan Kuvâyi Milliye’den Nutuk’a ait kısımlar ile destanın en çok alıntılanan; “Sarışın bir kurda benziyordu. Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.” dizelerinin çıkarılması yoluyla epik hissiyat kaybolur ve böylece, Irmak’ın altını çizdiği üzere türün konvansiyonlarını yıkan ve onu sorgulatan yeni bir metin ortaya çıkmış olur. Bu dönüşüm, Irmak’ın ifadesi ile “artık epiksiz olduğunu düşündüğümüz şimdi ile dün arasında hayatın her alanında sandığımız kadar derin bir yarılma olmadığını” gözler önüne serer.

Yazan: Merve Şen